21 Mayıs 2024 Salı
“GERÇEK İSLÂMİYET’ten uzaklaşanlar kendilerini düşmanlarının ayakları altında bulurlar.” Mustafa Kemal ATATÜRK
1. Gerçek Din Bilgini ile Zararlı Dinci Bilginlerin Birbirine Karıştırılması Emeviler’le Başlar
Saygıdeğer Peygamberimiz Muhammed’in (a.s) tebliğ ettiği Kur’an İslam’ının alternatifi olarak Emevi Muaviye tarafından oluşturulmaya başlanan “Uydurulan Din”, İslam coğrafyasına saplanmış ihanet hançeri olarak hâlâ etkisini sürdürmektedir.
Bu açıdan bakılınca Allah’ın dini adıyla “Allah ile Aldatma” bağlamında geliştirilen bu tarihsel ihanetin ne olduğunu Atatürk’ün değerlendirmesinden işin gerçeğini öğrenmek çok önemlidir. Atatürk,
“* Gerçek din bilgini ile
* Zararlı din bilginlerinin birbiriyle karıştırılmasının Emeviler (661-750) zamanında başladığını”söyler.
Dini değerler ve simgeler/semboller, dindar toplumlar üzerinde güçlü bir etkiye sahiptir. Onların duygu, düşünce ve davranışlarını kolaylıkla yönlendirirler. Tarih boyunca kutsal değerlerin bu özelliğinden yararlanarak haksız yere çıkar ve egemenlik kurmak isteyen pek çok kişi ve grup ortaya çıkmıştır.
Sıffin Savaşı’nda Hz. Ali’nin ordusu üstünlüğü ele geçirip Muaviye ordusu ise yenilgiye uğrayınca, Muaviye ordusundan bir grup asker, mızraklarının ucuna Kur’an sahifesi takarak, karşı tarafa “sizi, Allah’ın Kitabı’na davet ediyoruz” diye bağırmışlardır. Bunun üzerine Hz. Ali’nin ordusu, Kur’an’ı öne süren Muaviye askerlerine karşı yaptıkları savaşı durdurmuşlardır. Muaviye ordusunun bu davranışı, yenilgiye uğramaktan kurtulmak için yapılan düpedüz bir hiledir, Allah ile aldatmadır.[1]
2.Hak Olan Kur’an “Haksızlığı Kabule”;Kutsal Kur’an’ı Siyasete Araç Olarak Kullanan Muaviyeile Başlatıldı
Hz. Ali ile arasındaki rekabette üstün konuma geçebilmek için Kutsal Kur’an’ı, araç olarak kullanan Muaviye’nin yaptıkları, Atatürk tarafından şu şekilde eleştirilmiştir:
“Ne zaman ki Muaviye ile Hazreti Ali karşı karşıya geldiler, Sıffin olayında Muaviye’nin askerleri mızraklarını Kur’an-ı Kerim’e saplayıp havaya kaldırdılar ve Hazreti Ali’nin ordusunda böylelikle bir duraksama ve gevşeme yarattılar. İşte o zaman DİNE FESAT KARIŞTI. Müslümanlar arasına nefret duyguları girdi, o zaman, HAK OLAN KUR’AN, HAKSIZLIĞI KABULE ARAÇ YAPILDI.” [2]
“Görevi İslâm âleminde Kur’an’ın hükümlerini uygulamaktan ibaret olan Halife, mızraklarına Mushaf-ı şerifler geçirilmiş Emevi ordusunun karşısında savaşı kesmeğe mecbur oldu. İki tarafın arabulucularının vereceği karara uymağa söz verildi.” [3]
Her iki taraftan birer hakem atanmasına karar verildi. Muaviye’nin adamı Mısır valiliği sözünü almış olan Amr İbni As idi. Hz. Ali’nin adamı, ordusunun seçtiği ve Ali’yi sevmeyen Ebu Musa El-Eş’ari idi. Hazreti Ali, Ebu Musa’dan başka bir temsilci bir hakem atamaya çalıştı, fakat başarılı olamadı. Hilekâr Amr, Aptal Ebu Musa’yı aldattı, Hz. Ali’yi hilafet makamından azlettirdi. Sonra da kendisi Muaviye’yi Halifeliğe seçti.[4]
Muaviye: “Ali’ye söyleyiniz, ona ispat edeceğim ki baş kola galip gelir” demişti.
Sözünü tuttu. Hile ve şeytanetle süslenmiş olan deha, FAZİLET VE ADALETİ YERE VURDU…
3. Dini, Adalet Olan Devlet Yönetimi, Muaviye ile Hilafet ve Saltanata Dönüştürüldü
Ve böylece İslâm Tarihinde Hz. Ebu Bekir ile başlayan Devlet yönetimi nihayet bir haricinin zehirli bir kılıçla Hz. Ali’yi şehit etmesi ve hakem olayı ile sona ermiştir.
Emeviler’le başlayan dönemde hilafet tamamen saltanata dönüştürülmüştür.[5]
Muaviye ise Hz. Ali’nin büyük oğlu Hasan’ı (Şamlı bir Hıristiyan hekim olan İbni Esal’in hazırladığı zehirle [6] zehirletmek ve İslâm minberlerinde İmam-ı Ali’ye lânet okutmak suretiyle gerçek kimliğini ortaya koydu. Sonunda yerine oğlu Yezid’i halife atayarak dünyadan göçüp gitti. Böylece Hilafet, babadan oğula geçen saltanat haline geldi.
Muaviye’nin Devri,
* İslâm’ın hakikatinden, Kur’an’dan uzaklaşıldığı,
* Dinin asli kaidelerinin tahrif edildiği bir dönemdir.
Emeviler;
– Kâh açıktan açığa dinsiz ve kâfir,
– Kâh İslâm’a nispet edilemeyecek derecede yalancı yetiştirdiler.
– İçlerinde halayıklarını imamete geçirenler,
– Din ve ahlâkı kötü gören ve aşağılayanlar görüldü.
Bu Emeviler döneminde, devlet adamlarında hiçbir ahlaki ve dini temele dayalı insani, İslami, Kur’ani davranış kalmamıştı. Eğer Ehl-i Beyt ve taraftarlarının özverili gayret ve himmeti olmasaydı, olasıdır ki Emeviler, İslâm’ı daha şiddetli bir şekilde ifsat ederlerdi.
Emevi facialarının en mekruh ve kötüsü İmam Hüseyin’in Kerbelâ’da boğazlanması oldu. Bu olay Emeviler’de ahlakın düştüğü seviyeyi ve dinin kuru bir sözden ibaret kaldığını göstermeye yeterlidir.
* Hz. Hüseyin’in şehadeti,
* Mekke ve Medine’nin tahribi,
* Peygamber’in sahabeleri ve fıkıhçıların öldürülmeleri ve tutsak edilmeleri,
* Ehl-i Beyt’e reva görülen zulümler,
* Hele Kerbelâ olayı, Emeviler’e silinmez bir lânet damgası basmıştı.[7]
4. İslam Tarihinde Dinin, Daima “Siyasetin Aracı Yapılması” Emevi Dönemi ile Başlamıştır
İslâm Tarihi’ni çok iyi bilen ATATÜRK bu dönemle ilgili tespitlerini veciz bir şekilde şöyle özetliyor:
“DÖRT HALİFE’DEN SONRA DİN, DAİMA SİYASETİN ARACI, ÇIKARIN ARACI, ZORBALIĞIN ARACI YAPILDI. Bu hal Osmanlı tarihinde böyle idi, Abbasiler, Emeviler zamanında böyle idi. Ancak şurasını açıkça düşüncenize arz ederim ki, böyle adi ve alçak hilelerle hükümdarlık yapan halifeler ve onlara dini âlet yapmaya tenezzül eden sahte ve imansız bilginler, tarihte daima rezil olmuşlar, hüsrana uğramışlar ve daima cezalarını görmüşlerdir.”
Atatürk, sözlerine şöyle devam ediyor:
“Böyle yapan halife ve din bilginlerinin arzularına ulaşamadıklarını tarih bize sonsuz örneklerle izah ve ispat etmektedir. Artık bu milletin ne öyle hükümdarlar ne öyle bilginler görmeye tahammülü ve imkânı yoktur. Artık kimse öyle hoca kıyafetli sahte bilginlerin yalanına önem verecek değildir. En cahil olanlar bile o gibi adamların niteliğini pekâla anlamaktadır.” [8]
5. Atatürk’e Göre “İndirilen Kur’an Dini” ile Birçok Yabancı Unsurla Oluşturulan “Uydurulan Din” Vardı
Atatürk’ün dört halife döneminden sonra yüzyıllarca süre gelen dinin iki kanaldan ilerlediğini,
* Bir yönünün safiyetini (doğruluğunu) kaybetmeden gelen,
* Diğer yönünün ise çoğunlukla uydurulan din halinde mezhepler, fırkalar, hizipler yeni dinler halinde toplum içinde bulunduğunu tespit eden görüşlerinden örnekler sunalım.
Atatürk, Ankara Orman Çiftliğinde, Asaf İlbay’ın;
– Paşam din hakkındaki düşüncelerinizi öğrenebilir miyim? sorusuna şöyle cevap veriyor:
“Din vardır ve lâzımdır. Temeli çok sağlam bir dinimiz var. Malzemesi iyi. Fakat bina, uzun yüzyıllardır ihmale uğramış. Harçlar döküldükçe yeni harçlar yapıp binayı takviye etmek lüzumu hissedilmemiş. Aksine olarak birçok yabancı unsur (yanlış tefsirler, hurafeler) binayı fazla hırpalamış. Bugün bu binaya dokunulamaz, tamir de edilemez. Ancak zamanla çatlaklar derinleşecek ve sağlam temeller üzerinde yeni bir bina kurmak lüzumu hâsıl olacaktır.” [9]
Bu ifadelerinden de açıkça anlıyoruz ki Atatürk, kuşkusuz dini hislere ve inançlara, gerçek İslâm’a çok saygılı olup, dinin önemini herkesten daha iyi takdir ediyordu. Ancak O, biliyordu ki, dinimizi bozan şeyler, halkın beynine yüzyıllardan beri doldurulmuş hurafe, safsata ve gerçek İslâm’la hiçbir ilgisi olmayan batıl inançlardır. Bu nedenle, O’nun da yapmak istediği; En Ekmel/mükemmel bir din olan İslâmiyet’i, sonradan olma “Birçok yabancı unsur /İsrailiyat”tan temizleyerek gerçek özgünlüğüne (orijinine) döndürmek ve böylece batıl [10] inançları kafalardan/gönüllerden söküp atarak, Allah ile kulun arasına giren, yığınla dinden habersiz din simsarlarından hem dini hem halkı kurtarmaktır.[11]
“İslâm toplumuna dâhil olan birtakım kavimler, İslâm oldukları halde çökmeye, yokluk ve gerilemeye maruz kaldılar. Geçmişlerinin yanlış veya batıl alışkanlık ve inançlarıyla İslâmiyet’i karıştırdıkları ve bu suretle GERÇEK İSLÂMİYET’TEN UZAKLAŞTIKLARI İÇİN KENDİLERİNİ DÜŞMANLARININ ESİRİ YAPTILAR.” [12]
“İslâm milletleri içinde bizim milletimiz olan Türkler, gelenekler ve milli an’aneler itibarıyla yanlış /hastalıklı şeylere malik değillerdi. Türk sosyal geleneklerinin pek çoğu, İslâmi hakikatlere mutabık ve yakındı. Lakin Türkler, bulundukları saha, yaşadıkları bölgeler itibariyle, bir taraftan İran ve diğer taraftan Arap ve Bizans milletleri ile temas halinde idiler. Şüphe yok ki, temasların milletler üstünde etkisi görülür. Türkler, temas ettiği milletlerin yanlış/sakim âdetlerinden, kötü yönlerinden etkilenmiş olmaktan kendilerini engelleyememişlerdir. Bu hal, kendilerinde karmakarışık, ilmi olmayan, insanlık dışı zihniyetler meydana gelmesini sağlamıştır. İşte düşüşümüzün belli başlı nedenlerinden birini bu nokta oluşturuyor.”[13]
6. Geri Kalmışlığın Nedeni, “Gerçek İslamiyet” Değil, Zihniyet Meselesidir
Atatürk, yukardaki tespitiyle, tarihi süreçte milletimizin İslâmi gerçeklerden nasıl uzaklaştığı konusuna açıklık getirmiş olmaktadır. Görüldüğü gibi Müslüman milletlerin vaktiyle düşmüş oldukları hataların vebalini İslâm’a yüklemenin isabetsizliği ve yersizliğini ortaya koyan Atatürk, geri kalışın yegâne nedeninin zihniyet meselesi olduğunu [14] şu sözleriyle açıkça vurgulamaktadır:
“Düşmanlarımız bizi, dinin etkisi altında kalmış olmakla itham ve duraklama ve geri kalışımızı buna atfediyorlar. Bu, hatadır. Bizim dinimiz, hiçbir vakit, kadınların erkeklerden geri kalmasını istememiştir. Allah’ın emrettiği şey, Müslim ve Müslime’nin, beraber olarak ilim ve irfan kazanmasıdır. Kadın ve erkek, bu ilim ve irfanı aramak ve nerede bulursa oraya gitmek ve onunla donanımlı olmak zorundadır. İslâm ve Türk tarihi incelenirse görülür ki, bugün kendimizi bin türlü kayıtlarla bağlı olduğunu sandığımız şeyler yoktur.” [15]
İşte bu noktada çok özel bir ifadeye yer vermek gerekiyor:
“Emperyalizme, zulme karşı çıkış varsa, gerçek İslâm var’dır. Hiç düşündünüz mü; Kendisini İslâmcı ve Batıcı diye tanımlayan iki karşıt kutup,
– Neden Mustafa Kemal’e aynı anda karşı?
– Neden Mustafa Kemal’e karşı ikisi de aynı kararlılıkla ve ortaklaşa cephe tutmaktadır?
– Sebep tek: Mustafa Kemal emperyalizme, sömürgeciliğe karşıdır. Karşı olmakla kalmamış, emperyalist akının tüm namussuz salvolarını yerle bir etmiştir.
– Oysaki bazı dinci ve batıcı mandacılar, emperyalizmle işbirliği yapmışlardır.” [16]
7. Kur’an’da Ruhbanlık, Dincilik Yoktur
Kur’an, Yahudilik ve Hıristiyanlıkta gördüğü ritüelleri yöneten din adamlığı ve ruhbanlığı, ilgili ayetleriyle yasaklamıştır. Bunun önemli iki nedeni vardır: [17]
(a) Din adamlığı ve Ruhbanlık Kur’an’da Yoktur
(*) Ruhbanlık /Din Adamlığı Allah’ın Sistemi Değildir
“Sonra, bunların izinden ardarda elçilerimizi gönderdik. Meryem oğlu Îsâ’yı da arkalarından gönderdik; kendisine İncîl’i verdik ve ona uyan kimselerin kalplerine bir şefkat ve merhamet koyduk. UYDURDUKLARI RUHBANLIK; malı, mülkü, eşi, evladı terk edip zahit bir hayat yaşama ilkesini, onu, onların üzerine Biz yazmadık/farz kılmadık. Sadece Allah rızasını kazanmak için ortaya çıkardılar. Sonra da buna gereği gibi uymadılar. Sonra da Biz, onlardan iman eden kimselere karşılıklarını verdik. Onlardan pekçoğu da hak yoldan çıkmış olanlardır.” (Hadîd/27)
(*) Din adamlarının DİNİ, Kişisel Çıkarlarına Âlet Ederek Halkı Sömürmeleri
“Ey iman etmiş kişiler! Şüphesiz, hahamlardan /bilginlerden, rahiplerden birçoğu kesinlikle İNSANLARIN MALLARINI HAKSIZ YERE YERLER ve ALLAH YOLUNDAN SAPTIRIRLAR. Ve altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayan /başta kendi yakınları olmak üzere başkalarının nafakalarını sağlamayan kimseler, hemen onlara acıklı bir azabı müjdele!”(Tevbe/34)
(b) Tanrı Aracılığı Nedir?
– Şeyhlik, Tanrı ile insanlar arasındaki gayri resmi aracılıktır.
– Resmi aracılığı, imam unvanıyla din görevlisidir.
İkisi de Hıristiyanlıktaki,
– Tanrı aracılığı olan ruhbanlığın ve
– Evliyalık olan ruhani azizliğin İslam’a taşınmasıdır.
Kuran, Tanrı aracılığının her türünü yasaklamıştır.
Kur’an’da ne şeyh ne de bugünkü işlevleriyle imam kavramı vardır.
TANRI ARACISI ŞEYH VE İMAM, bu aracılık görevlerini;
* İbadetleri yönetmek,
* Din ve ahlak öğretmekle meşrulaştırırlar.
Hâlbuki Kur’an, hiç kimseye böyle ruhbanlık görevleri vermemiştir. Çünkü “Ruhbanlık ve şeyhlik; din pratisyenliği, teknisyenliği ve esnaflığıdır.” [18]
(c) Dinsel Ekonomik Sektörler
Tanrı aracıları, Kur’an’da bulunmayan, “ibadet yönetme”, “Tanrı, din ve ahlak öğretimi” adları altında dinsel ekonomik sektörler uydurmuşlardır. Bu sektörleri meşrulaştıran bir tane ayet yoktur. İnsanlara Tanrı’yı ve dini sadece şeyh ya da imam öğretebilir düşüncesi,
– Tanrı’nın, herkes için ortak biri olmadığını ve
– Aracısız bir şekilde bilinemeyeceğini,
– Tanrı, kendisini sadece bu aracılara bildirdiğini ve
– O’nu ancak bu aracılarla bilmek mümkün olduğunu söylemektir.
Bu anlayış, Kur’an’ın yasakladığı Hıristiyanlığın ruhbanlık anlayışıdır. Tanrı’yı, dini ve ahlakı başkasından öğrenmeyi ve onları başkasıyla yaşamayı emreden bir tane ayet yoktur.
“Ahlak öğreten yüz binlerce Tanrı aracısının bulunduğu bir
ülkede, her gün on binlerce ahlaksızlığın icra edilmesi, bu
aracılığın zararını, uygulamada ortaya koyduğuna
yeterli delildir. ”[19]
(d) Tanrı ile İnsan Arasında Aracılığın Zararları
“Şeyhlik psikolojisi sadece dinde değil, siyaset dâhil bütün alanlarda egemendir.”
“Şeyhler insanları istediği gibi kullanabileceği eşya gibi görürler.”
“Şeyhlik dâhili sömürgeciliğin adıdır.”
“Şeyhlik tüketir, üretemez.” [20]
İbadet, kölelik demektir. Kölelik, efendi ile kurulan direkt, ilişkidir. Tanrı’ya ibadet, O’nunla direkt iletişim kurmaktır. Tanrı ile direkt değil de aracı vasıtasıyla iletişim kurmak, ibadeti gerçekleştirmeyeceğinden kişide aşağıdaki zararları doğurur.
* Allah’la İnsan Arasında Bariyer Oluşturur
Din görevliliği, şeyhliğin resmi versiyonudur. İkisi de Tanrı aracılığı sistemidir. Tanrı’yı, aracı çalıştıran bir kuruma indirger. İkisi de kişiyi, Tanrı’dan koparan aradaki paravan, bariyer ve perdedir. Kişinin, Tanrı’sıyla direkt kişisel iletişim kurmasını engeller. Kişi, Tanrısı’yla kendi başına karşı karşıya gelmelidir. Kişi, Tanrısı’yla direkt karşılaşınca, O’na karşı davranışlarının ve konuşmasının adabı muaşeretini kendisi öğrenir ve düzenler. Kişinin insanilik kalitesini yükseltir. Böyle bir karşılaşma, kişinin kendisinden özgürleşerek üniversal olmasını sağlar.
* Kişinin benliğini gerçekleştirmesini engeller,
* Yanlış yapmaya alıştırır,
* Varlık olmayı önler,
* İradenin köleleştirilmesini sağlar.
“Şeyhlik, hizmeti alanın başkası, faturayı ödeyenin başkasının olduğu bir sistemdir.”
* Şeyh ve imam Allah ile kontak kurulmasını önleyerek Tanrı’nın insanlarda içkinleşmesini engeller.
* Şeyhlik ve imamlık sistemleri, insanları geriye götürürler, kesinlikle ileriye götürmezler.
* Başkasında yok olmanın yolunu açar. Çünkü mürit ve cemaat, takipçi demektir. Mürit, şeyhin, cemaat ise imamın izleyicisidir. İkisi de başkası olan imamda ve şeyhte yokolan kişidir. İmamlık ve şeyhlik, çok sayıda insanı, bir kişide toplayarak bütünleştirmek, tek kişi yapmak demektir.
* Kişinin birey olmasını önler. Çağımız, birey olma çağıdır; grupla kimlik almama çağıdır. Şeyhlik, kendisine taraftar sağlayabilmek amacıyla, demokrasiye uyumlu birey olmayı önlemede dini ve Tanrı’yı kullanan sistemdir. Demokrasinin aradığı kendi başına karar verebilen tam birey olma gerçekleşemez.
* Şeyh ve imam, insanın yaratılış amacını gerçekleştirmesini önler. İnsanın yaratılış amacı ise, Tanrı’nın önerdiği şekilde aklın selimleştirilerek insanilik düzeyine çıkmaktır. Bu düzeye çıkmak, Tanrı ile direkt karşı karşıya gelerek, O’nun karşısında insanilik uygulamaları yapmakla mümkündür.
* Şeyhlik ve imamlık sistemi, insanın kendisini aşmasını önler.
* Şeyhlik ve imamlık, Tanrısal ilgiyi şeyhe, imama doğru devşirir. Aracılık, kişilerin Tanrı ile ilgili olmalarını önler. Aracılar, kişilerin Tanrı’ya olan ilgilerini kendilerine devşirirler.
* Aracılık, Tanrısal asosyalliği oluşturur.
İbadetini imamla yapan kişi, kendi başına ibadet eylemini yapabilen varlık olmaktan çıkar. Tanrısı ile kendi başına iletişim kuramaz hale gelir. Buna “Tanrısal asosyallik” adı verilir. Dolayısıyla ibadet yapmadan önceki haliyle, ibadet yaptıktan sonraki hali arasında insanilik açısından hiçbir fark gerçekleşemez. Dinin insaniliğiyle oluşamaz.
“* Türkiye’nin her yerinde aşırı dinsellik bulunmasına rağmen
* Dindarlığın bulunmamasının en temel nedeni, Tanrısal asosyalliktir.”[21]
8. Atatürk ve Çağdaş Din
Çağımız İslam dünyasında çağdaş din anlayışına geçiş girişimini yapan ilk kişi Atatürk’tür. Bu nedenle çağımızda Müslümanların çağdaş insanlık çizgisinde var olduklarını gösterebilecekleri tek aktör Atatürk’tür. O’nun, kurumsal din örgütü olarak görülen Diyanet teşkilatını kurması, kurumsal din tipine inandığından değil, bir “sosyolojik gerçeklik” olarak toplumsal yapının gerektirmesi nedeniyledir.
“Dinsel toplamlarda yöneticiler, dinin kurumsal olmasını severler. ”
Kur’an’ın, din tipi çağımıza uyumludur. Onun çağdışı uygulanmasındaki sorun, Kur’an’da değil, onu algılayanların akıl çapının çağımız öncesi ölçekte kalmasındadır.[22]
Yazıyı şu cümleyle tamamlayabiliriz:
“İnançlar, hakikat düşmanları olarak, yalanlardan daha tehlikelidir. ” (Nietzche)
***
Kaynakça
[1] Mahmut ŞAKİR, Hz. Âdemden Günümüze İslâm Tarihi, (Çeviren: Fikret AYDIN), Kahraman Yayınları, İstanbul, 1993, c.II, s.41.
[2] M. Kemal ATATÜRK, ATATÜRK’ÜN Söylev ve Demeçleri, cilt: II, s.149.
[3] Durmuş KORAY, Neden Atatürk-Niçin Laiklik, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, İstanbul, 2003, s.478.
[4] Ahmet HİLMİ, İslâm Tarihi Hz. Peygamberden Zamanımıza Kadar, Ötüken Yayınevi, İstanbul, 1994, cilt: II. s.259.
[5] Sedat ŞENERMEN, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün İslam /Kur’an Kültürü, İstanbul, 2013, 2.Baskı, Togan Yayınları, s.68-69.
[6] Şamlı bir Hıristiyan hekim olan İbni ESAL Muaviye’nin hekimi idi. Zehir yapmakta ve bu zehirleri uygulamakta vicdansızca bir maharete sahipti. Tarihçi VAKİDÎ’NİN rivayetine göre Hazreti HASAN’A verilen zehiri bu hazırlamıştı. MUAVİYE ZAMANINDA bu adam vasıtasıyla zehirlenen birçok Müslüman âlimler ve salih müminler arasında HALİD İbni VELİD’İN oğlu ABDURRAHMAN olduğu gibi, SAAD İbni EBİ VAKKAS da vardı. (AVLONYALI SÜREYYA, Fetret-i İslâm, s.220-223)
Şamlı Hıristiyan hekim İbni ESAL: “Bilhassa Yunan Şüpheciliği Mutezile filozofları üzerinde etkili oldu.” Kelile ve Dimne, İran hükümdarı (KOBAD’IN) oğlu NUŞİREVAN’IN EMRİYLE Hintçeden Farsçaya tercüme edilmişti. Bu kitap “İslâm edebiyatı ve hikmeti üzerinde etkili olmuştur. Daha sonraları ilk Abbasi Halifeleri zamanında (İbni MUKAFFA ) bu eseri Farsçadan Arapçaya tercüme etti. (Prof.Dr. Hilmi Ziya ÜLKEN, Uyanış Devrinde Tercümenin Rolü, s.79-80)
[7] A.HİLMİ, a.g.e., c.II, s.260-264.
[8] ATATÜRK’ÜN Söylev ve Demeçleri, cilt: II, s.148-150; Sadi BORAK, Atatürk ve Din, İstanbul, 1962, s.36-37.
[9] S.BORAK, Atatürk ve Din, s.81-82; Prof.Dr. Utkan KOCATÜRK, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Ankara, 1971, Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, s.206; Ahmet GÜRTAŞ, Atatürk ve Din Eğitimi, Ankara, 1997, DİB Yayını, s.34.
[10] Batıl: Hurafe, mitolojik, boş ve geçersiz inanç…
[11] Turhan OLCAYTU, Dinimiz Neyi Emrediyor, Atatürk Ne Yaptı? İnkılâbımız, İlkelerimiz, İstanbul, 1973, 4.Baskı, Okat Yayınevi, s.12.
[12] ATATÜRK’ÜN Söylev ve Demeçleri, cilt: II, s.143.
[13] S.BORAK, Atatürk ve Din, s.37; Prof.Dr. Enver Ziya KARAL, Atatürk’ten Düşünceler, Ankara, 1969, Türkiye İş Bankası Yayını, s.73-74.
[14] S.ŞENERMEN, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün İslam /Kur’an Kültürü, s.70-74.
[15] S.BORAK, Atatürk ve Din, s.34; E.Ziya KARAL, a.g.e., s.56; Osman ERGİN, Türk Maarif Tarihi, İstanbul, 1977, Eser Neşriyat, c.5, s.1901; A.GÜRTAŞ, Atatürk ve Din Eğitimi, s.66.
[16] Prof.Dr. Yaşar Nuri ÖZTÜRK, Türkiye’yi Kemiren İhanet Allah ile Aldatmak, Yeni Boyut Yayınları, İstanbul, 2008, s.345.
[17], [18], [19] Prof.Dr. Niyazi KAHVECİ, Çağdaş Düşünme Yazıları I, İstanbul, 2019, Doğu Kitabevi, s.46, s.47; s.39; s.40.
[20] N.KAHVECİ, Çağdaş Düşünme Yazıları I, s.63; s.65; s.52; s.58.
[22] N.KAHVECİ, Çağdaş Düşünme Yazıları I, s.40-44.
[22] N.KAHVECİ, Çağdaş Düşünme Yazıları I, s.194.