DOLAR 34,5511 0.2%
EURO 35,9920 -0.68%
ALTIN 2.997,641,22
BITCOIN 34143711,19%
İstanbul
13°

AÇIK

02:00

İMSAK'A KALAN SÜRE

Konuk Yazar

Konuk Yazar

04 Mayıs 2024 Cumartesi

Doç.Dr. Sait Yılmaz: Federal Türkiye’nin yöneticileri

0

BEĞENDİM

ABONE OL

Son 10 yıldır AKP’nin daha doğrusu Erdoğan’ın karşısında kim varsa kendimizi ona oy verme zorunda hissettik hatta son Cumhurbaşkanlığı seçiminde oy vermeye zorlandık. Okyanus ötesinin Abdullah Gül’e, onun MHP’ye, MHP’nin de CHP’ye önerdiği Ekmeleddin İhsanoğlu’na oy vermedik diye bazıları tarafından “Atatürk düşmanı” ilan edildik. AKP yanında CHP ve MHP yöneticilerinin de gerçek misyonlarının halkın gözünde belirginleşmeye başladığı bir dönemdeyiz. Bu misyon on yıllardır ABD tarafından Türkiye’de kurulmak istenen federal düzenin yöneticileri olmaktır. CHP’nin federalleri bu rolde Kürt projesine “evet ama yetmez” diyerek destek olurken, MHP’dekiler Türkiye’de milliyetçi hareketi tahakkümü ve baskısı altına alarak, projenin sorunsuz sürmesine yardımcı olmaktadır. Bugün Federal Türkiye’nin yöneticilerinden AKP içinde olanlar terfi ederken, CHP ve MHP içinde olanlar artık maskelerini saklamakta güçlük çekmektedir. Sadece partilerden bahsetmiyoruz; MİT’den TÜSİAD’a, sivil toplum örgütü görünümlü ucubelerden üniversitelere, medya ve sanatçılara kadar belirli yer ve oluşumlar bu işte görevlidirler. Tabii ki adı geçen tüm parti üyelerini ya da kurum mensuplarını, iş adamları, sivil toplum temsilcileri ya da gazetecileri suçlamıyoruz. Bunların içinden Federal Türkiye hedefi için seçilmiş olanlardan bahsediyoruz. Ancak, çalıştıkları işi kaybetmemek, meseleyi hiç anlamamak ya da yapılan algı yönetiminin bir sonucu olarak kamuoyuna ters düşmemek için olup-bitene destek olanlar da bu suça ortaktır. Bu yazıda amacımız, federal Türkiye’nin yöneticilerini daha görünür bir şekilde tasvir etmek, artık istemediklerimize değil neyi istediğimize karar verip, doğru aktörlerle yola devam etmek için geldiğimiz çok kritik aşamada birlikte bir analiz yapmaktır. Bunun için önce Atatürk’ün mirasının nasıl dönüştürüldüğünden başlayarak, federallerin Türkiye’de nasıl ve nerelere yerleştiğini ele alacağız.

Türkiye İçinde Ağ Kurma Çalışmaları
ABD Savunma Bakanlığı’ndan ayrı olarak CIA, kendi amaçları için bütün dost ve müttefik Üçüncü Dünya ülkelerindeki sivil ve askeri teşkilatlarının eğitilmesini ve donatılmasını üstlenir. Türkiye’de seçilmiş binlerce kişi Amerika’ya götürülüp kurs gördüler. Pek çok milletvekili, siyasi parti lideri, hâkim, adalet yetkilisi, gazeteci, akademisyen ve NGO yetkilisine yönelik programlar uygulanmaktadır. Bülent Ecevit 1957′de Rockefeller Vakfı‘nın bursu ile ABD’ye gitti ve Harvard Üniversitesi’nde Ortadoğu ile ilgili incelemeler yaptı. CHP’de uzun süre Genel Başkanlık yapan ve görevi bırakmak zorunda kalırken “Okyanus ötesine” selam gönderen Deniz Baykal, 1963-1965 yıllarında Rockefeller Foundation bursu ile ABD’de kaldı. 1998 yılından itibaren Türk Milli Eğitimi Avrupa Birliği’nin boyunduruğu altına girdi. Son yıllarda artan üniversitelerde İngilizce eğitim ve Batılı üniversiteler ile işbirliği programları, görünen yüzünün arkasında Türkiye’de lisans düzeyi eğitimin içeriğinin boşatılmasına ve yabancıların Türkiye’nin yarınları olan genç kuşaklarımıza nüfuz etmesine ortam sağlamaktadır (1). Bugün başımıza sarılan ve ABD’de bir işe yaramadığı anlaşılan ortaöğretimdeki k12 projesi de bir Amerikan projesidir. Günümüz Türkiye’sinin yaklaşık 190 üniversitesinin hemen hepsinde uygulanmakta olan, Sokrates’in Erasmus Programı’nın işlevi, AB projesini ön plana çıkarmak ve öğrencilerimizi AB amaçlarına uygun olarak yetiştirmektir.
ABD ve AB’nin kurguladığı ülke içi medya-sermaye tekeli, üniversiteler, sivil toplum örgütleri içine yuvalanan post-modern bir tabakanın oluşturduğu propaganda ve etki ağı; AB reformlarına devam baskısı altında Türkiye’de ülke içi birlik, ulusal değerler ve güvenlik parametrelerinin çözülmesi işlevini yerine getirirken, irtica ve bölücülük de AB süreci ile siyasallaşarak amaçlarına ulaşma yönünde önemli mesafe kaydetmişlerdir. AB süreci ile birlikte, Türkiye’de sermaye ve medya tekelini elinde tutanların işe aldığı İkinci Cumhuriyetçi post-modernler, ülke içinde manipülasyoncu yeni bir kadro oluşturmaya başladı. AB tarafından istenilen Yarı Çevre konumunu ve ABD tarafından empoze edilen “client state (tüketici toplumu devleti)” görevini üstlenen bu kadro; ülkenin laik düzenini kökünden değiştirmek isteyen İslamcı proje ile birlikte işbirliği yapmaya başladı. Son on yılda Türk medyasının en önemli işlevi zorunlu iktidar yandaşlığı yanında, ABD ve AB adına algılama yönetimi, Irak’ın kuzeyindeki ihaleler karşılığı Barzani’nin Kürt devletine göz yumulması ve seçim hilelerinin örtülmesi oldu. Medya içine yerleştirilmiş ve ünü parlatılmış gazeteciler, köşe yazarları, akademisyenler ve yazarlara ABD elçiliği vasıtası ile projeler hazırlatmak, kitaplar yazdırmak ve köşe yazılarında Amerika’nın verdiği temaları işlemesini sağlamak diğer bir yöntemdir. Bu kişiler medyadaki gelirleri yanında Kürtler, Kürt Sorunu ya da etnik konularda yazdıkları kitap ve romanlar ile kamuoyu oluşturmaları yanında, her yıl yüzbinlerce doları örtülü biçimde kazanma, Kandil’de röportaj yapma onuruna (!) ulaşma, ABD’ye ve Brüksel’e sık sık geziye davet edilme ve yılın gazetecisi seçilme, Nobel ödülü alma gibi yöntemlerle ödüllendirilmekte ve korunmaktadır.
Her yıl yüzlerce Türk, ABD’ye getirilerek çoğulculuk, etnik ve dinsel farklılıklar konularında eğitim almakta, geleceğin liderleri yetiştirilmektedir. Bu ziyaretler ABD Uluslararası Ziyaretçiler Liderlik Programı fonundan karşılanmaktadır. Son yıllarda ortaya çıkan Wikileaks belgelerinden de CIA’nın Türkiye’deki ağı hakkında bilgi sahibi oluyoruz. Wikileaks’te yer alan üç belgede; Fulbright’ın Türkiye’den 2008, 2009 ve 2010 yıllarında geleceğin liderleri olarak yetiştirilmek üzere seçtiği 100’den fazla isim yer almaktadır (2). Fulbright’ın her sene Türkiye’den Amerika’ya taşıdığı 250 öğrenciden en azından 50’sinin CIA tarafından devşirildiği sır değildir. Keza ABD’deki York Trade, eğitim danışmanlığı görüntüsü altında adam toplamaktadır. Bilkent, Boğaziçi, Bilgi, Bahçeşehir, Sabancı, Koç gibi üniversitelerin ABD ile olan ve eğitim amacı dışına taşan bağları sır değildir. Pek çok akademisyen sözde bölgesel analiz yapıyorum diye bu üniversitelerin ABD’deki efendileri olan üniversite ve araştırma merkezlerine raporlar göndermekte, karşılığında ise yaz aylarında akademik görüntü altında ABD’ye bedava seyahat imkânı ve atölye çalışmaları ile değerli (!) görüşlerini paylaşma ve ABD’nin tekelinde olan uluslararası dergilerde yayın yapma fırsatı bulmaktadırlar.

Türkiye’de Küresel Sermayenin Uzantıları
Türkiye’nin başına Osmanlı’dan beri örülen çorapların arkasında Batı emperyalizmini temsil eden İngiltere ve ABD gibi ülkeler öne çıksa da asıl güç merkezi bu devletleri de geri planda idare eden ve adına “küresel sermaye” dediğimiz, kendi kişisel, aile ve şirket çıkarları için küresel düzeyde paraya ve sermayeye hükmeden, ülkeleri savaşlara sokan, ekonomilerini batıran bir çıkar grubu ağıdır. Küresel sermaye ve (özelde ABD’nin ekonomik) Türkiye’deki bağlantılarını sağlayan yapı 1952’de Türkiye’nin NATO’ya girmesi ile birlikte kurulmuştu. Bu yapı ABD Yardım Kurulu JUSSMAT ile bağlantılı idi. Yapılanmanın başındaki ilk kişi Koç’un ortağı Bernard Naum idi. Bunu daha sonra Selahattin Beyazıt, İhsan Doğramacı, Jack Kamhi, Ali Doğramacı ve Üzeyir Garih gibi isimler takip etti. İsviçre’de kurulmuş olan Round Table’in 40 üyesinden sadece biri (Jack Kamhi) Türk idi. Bugün bu temsilci Nejat Eczacıbaşı’dır. Daha çok gazeteci, iş adamı ve siyasetçilerin bir araya getirildiği Bildelberg’e Selahattin Beyazıt katılmakta idi. Rahmi Koç, Eisenhower Vakfı Mütevelli Heyeti Üyesi’dir. Vakfın Türkiye sorumlusu ise bir dönem yine vakıf tarafından burs verilen Radikal gazetesinden Murat Yetkin’dir (3). Koç ailesinin sahip olduğu Yapı Kredi Bankası, Rothschild’ın UniCredit Bankası; Sabancı’nın Akbank’ı ise City Group ile organik bağları vasıtası ile Rockefeller’in Türkiye’deki uzantılarıdır. Amerikan sermayesinin ve CIA’nın Avrupa ayağı olan Bilderberg’e Türkiye’den katılanlar arasında geçmişte Süleyman Demirel, Bülent Ecevit, Mesut Yılmaz, Cem Boyner, İsmail Cem, Gazi Erçel, Emre Gönensay gibi isimler bulunmaktadır (4). 1995 yılında Bilderberg toplantısına katılan Cem Boyner’in toplantıdan sonra kurduğu Yeni Demokrasi Partisi’nde; Kemal Derviş, Cengiz Çandar, Etyen Mahçupyan, Kemal Anadol, Mehmet Altan gibi isimler bir araya geldi ama seçimler hezimet oldu.
CIA’nın kontrolünde hizmet veren Richard Brookings Enstitüsü, Sabancı Üniversitesi’yle ABD’de ortaklaşa toplantılar düzenlemektedir. Sabancı Vakfı, sivil toplum ve hayırseverlik alanındaki küresel yaklaşımları takip etmek ve Türkiye’de bu sektörde yapılanları uluslararası platformlarda görünür kılmak amacıyla uluslararası çalışmalar yürütmektedir. Sabancı Vakfı’nın bu kapsamda Avrupa Vakıflar Merkezi (EFC), Engelli Konsorsiyomu, ABD Vakıflar Birliği, Küresel Filantropi Ağı (GPC) ve Clinton Küresel Girişimi’ne (CGI) üyelikleri ve Perkins Okulu ile işbirliği bulunmaktadır. Sabancı Vakfı Mütevelli Heyeti Başkanı Güler Sabancı’ya hayırseverlik ve sivil toplum alanında yürüttüğü başarılı çalışmaları nedeniyle Raymong Georis Ödülü, Clinton Ödülü ve David Rockefeller Ödülü verilmiştir. Sabancı Vakfı’nın da dâhil olduğu ve 2001 yılında David Rockefeller ve kızı tarafından kurulan ‘Küresel Hayırseverler Ağı (GPC)’na 85 aile üyedir. Rockefeller’in başında olduğu CFR’a bağlı olarak Türkiye’de Mayıs 2009’da kurulan Küresel İlişkiler Formu (GRF) isimli düşünce kuruluşu içine iş adamları, emekli büyükelçiler, akademisyenler, eski devlet adamları ve askerler itina yerleştirilmiş, çok çeşitli bir görünüm sağlanmaya çalışırken sistemin has elemanları ya örtülmeye ya da geri planda tutulmaya çalışılmıştır. GRF’in başkanlığını Rahmi Koç yaparken, başkan yardımcıları Memduh Karakullukçu ile Hanzade Doğan Boyner’dir. Ayrıca Brookings Institution, German Marshall Fund, CFR gibi önde gelen görünüşte düşünce merkezi olan istihbarat teşkilleri ile Türkiye programları oluşturmaktadır.
12 Mart muhtırasından üç hafta sonra, 2 Nisan 1971 günü imzalanan bir protokol ile kurulan TÜSİAD, Türkiye’de açıkça finans kapitalin örgütü ve kürese sermayenin Türkiye politikalarının aracıdır. Küresel sermaye için ticaretin önündeki bütün yollar açık olmalı diğer bir deyişle engeller kaldırılmalıdır. Türkiye’deki darbelerin arkasında da bu tür değişimler söz konusudur. Kıbrıs Harekâtı’ndan beş ay sonra Ecevit hükümet düşürüldü. 1978 yılında bir heyetle ABD’ye ziyaret gerçekleştiren TÜSİAD, bu ülkede IMF, Dünya Bankası ve finans çevreleriyle görüşecek; görüşmeleri izleyen günlerde kapsamlı bir istikrar programının uygulamaya konması için Ecevit hükümetine baskı yapmaya başlayacaktı. 12 Eylül 1980 darbesinden üç hafta sonra Vehbi Koç, Kenan Evren’e gönderdiği mektupta, ‘Nelere Dikkat Edilmeli?’ başlığı altında yapılması gerekenleri sıralıyordu. Brüksel ve Washington’da temsilcilikler açan TÜSİAD; Amerikan yönetimi, Kongre, iş çevreleri, düşünce kuruluşları ve çeşitli Türk-Amerikan dernekleri ile işbirliği içindedir. Türkiye’de genellikle TÜSİAD çevresinde yer alan büyük sermaye gruplarının 1990’lardan itibaren belirli bir rekabetle karşılaştıkları, 1990’ların ikinci yarısında kısmi bir güç kaybı yaşadıkları, ancak 2000’li yıllarda hem uluslararası ölçekte hem de ülke içinde bir dizi hamle ile, özellikle küresel sermaye ile taşeronluk temelinde ortaklıklar ve işbirliği geliştirerek, konumlarını sağlamlaştırmaya yöneldikleri söylenebilir.

TÜSİAD ve AKP
Küresel sermaye ve büyük devletler Türkiye’deki çıkarlarını korumak ve işbirliği yapmak için özel ilişkiler kurmuşlardır. Türkiye’de özel sermayenin oluşumu yabancılar tarafından desteklenen ve onların sağladığı kredilerle bugünkü konumlarına ulaşmıştır. Bu ilişkiler sayesinde hem yabancı pazarlarda yer edinmişler hem de kendi hükümetlerine bir nevi korunma sağlamışlardır. Küresel sermayenin Türkiye’deki uzantıları içinde TÜSİAD ve TESEV öne çıkmaktadır. ABD’nin ılımlı İslam projesi için üretilen ve her seçim öncesi yelkenleri şişirilen AKP, tekelci sermayenin de desteğini hemen arkasında buldu. TÜSİAD çevresindeki büyük sermaye grupları ve bu grupların medyadaki uzantısı sayılabilecek Doğan ve Doğuş yayın organları, 2002-2007 arası dönemde AKP’yi açık biçimde desteklemiştir. 2007 yılından itibaren AKP’nin yeşil sermayeye yer açmak için başlattığı tasfiye harekâtı büyük sermaye grupları ile aralarında kırılmaya neden oldu. TÜSİAD’ı rahatsız eden toplumsal kutuplaşma ve ekonomide, siyasette var olduğu iddia edilen istikrarın kaybolma¬ya başlaması, AB rotasından çıkılmasıdır. AKP, Avrupa Birliği yolunda attığı adımlarla ve neoliberalizm ve IMF ile kurduğu sıkı ilişkilerle İslami olmayan sermayeyi etkilemiş ama ne zaman ki İslamlaşma projelerini ortaya çıkarmış ve toplumda çeşitli kutuplaşmalar ve gerginlikler oluşturmuş, işte o zaman TÜSİAD’dan tepki görmeye başlamıştır. Ama bu tepki anti-laik bir gidişata tepkiden çok istikrarsızlığa karşı verilen bir tepki niteliğindedir.
Taksim’deki Gezi Parkı’nda başlayan ve 2013 Yazı boyunca tüm Türkiye’de iktidara yönelik çok önemli bir halk hareketi olarak ülke sathına yayılan olaylar esnasında TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Muharrem Yılmaz, önceleri şöyle demekteydi; “Ülkemizde demokrasinin mayalandığını gördük. Demokrasi standardının yükselmesini isteyen bir halk var. Türkiye ekonomide kazandığı itibarını Gezi ile demokrasiye taşıma fırsatını kaçırmamalı.” Ancak, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile görüştükten sonra, Muharrem Yılmaz çark etti ve ekonominin istikrarının önemi ile birden Kürtçülüğe soyunarak, demokratik barış konularına odaklanmaya başladı. Bu dönemde TÜSİAD, demokratik barış çözüm sürecinin finansörü olmaya soyundu. Muharrem Yılmaz ile Güler Sabancı, Mustafa Koç, Ümit Boyner, Nihat Özdemir, Tarkan Kadooğlu’nun aralarında bulunduğu TÜSİAD ve TÜRKKONFED üyeleri, katılımıyla Cizre’de “Doğu ve Güneydoğu Ekonomi ve Kalkınma Zirvesi” düzenlendi. Kürtçe şarkılar eşliğinde başlayan toplantıda, Muharrem Yılmaz, salondakileri Kürtçe selamladı ve “Çözüm sürecinin toplumun geneli tarafından benimsendiğini görüyor, fark ediyor, inanıyoruz. Artık bu noktadan geriye dönülemez (5)” dedi. Güler Sabancı ise filantropi frekansını kullandı; “Doğru zamanda doğru yerde olmak TÜSİAD’a çok yakışıyor. Mardin’de 220 kişilik bir kız yurdu kurduk. Şimdiden 2-3 katı talep aldık. Bu kızlarımızın okumak istediğini gösteriyor” dedi.
Türkiye’nin işbirlikçi zenginleri, bir zamanlar sırtından zenginleştikleri ulus-devlet yapısının bozulmasından en küçük bir beis duymadan, küresel kodamanların partisi AKP’yi maddi manevi desteklemeyi vazifeleri saydılar. Bugün de Türkiye’nin küresel sermayenin uzantısı olan zenginlerinin AKP ile işbirliği; Yeni Türkiye, Yeni Anayasa, Federasyon, Restorasyon v.b. söylem ve bu doğrultudaki faaliyetler çerçevesinde yürümektedir. Sızlanmalarının tek nedeni dönemsel karlarının beceriksiz siyasi taşeronlar yüzünden zaman zaman olumsuz etkilenmesi ve ayrıca bölünme projesine mecburen dâhil edilmek zorunda kalınan yeni aktörlerin, Anadolu kaplanlarının yağmadan pay istemeleridir. Anadolu Kaplanları henüz konjonktürel siyasi ilişkileri kullanarak ve hukuku açıkça çiğneyerek Türkiye’nin dağlarının, ormanlarının, devlet arazilerinin ve olanaklarının yağmasıyla meşguller; feodal derebeyleri gibi gayrimenkul ve dolar biriktirmeyi maharet saymaktalar. Oysa TÜSİAD gibi eski aktörler yarım yüzyıllık küresel ilişkilerinin ve deneyimin üzerinde oturup finansal oyunlar ve manipülasyonlarla, kaplanların barbarca, yağma ile elde ettikleri bu servetlerinin eninde sonunda kendi ellerinde toplanacağını düşünüyorlar. Esasen Türkiye’deki işveren çevrelerinin küresel sermayenin sözünden çıkma lüksleri de yoktur, politikacılar gibi onlar da şantaj altındadır. Yoldan çıktıklarında tıpkı Üzeyir Garih ve Özdemir Sabancı suikastında olduğu gibi bir şekilde cezalandırılmışlardır.

TESEV, Soros ve Avrupa Birliği
Demokrasi geliştirme görüntüsü altında ABD’nin çeşitli ülkelere sızma kutusu olan parti örgütü NED ve NDI’nın Türkiye’de çalıştığı kurumlar arasında; TESEV, TÜSES, TÜSİAD, KADER, Türk Parlamentolar Birliği, TESAV, Türk Demokrasi Vakfı, Meclis Anayasa Komisyonu gibi pek çok yapı bulunmaktadır (6). Brüksel ve Washington’da temsilcilikler açan Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği (TÜSİAD); Amerikan yönetimi, Kongre, iş çevreleri, düşünce kuruluşları ve çeşitli Türk-Amerikan dernekleri ile işbirliği içindedir. TESEV, Nejat Eczacıbaşı tarafından 1961 yılında Ekonomik ve Sosyal Etüdler Konferans Heyeti adıyla kurulmuş, 1994 yılında vakfa dönüşmüştü. Vakfın başkanlığını bir süre Bülent Eczacıbaşı yaptı, ancak kamuoyunda konuşulan rapor ve toplantılar Can Paker’in yönetimin sırasında gerçekleşti. TESEV Vakfı’nın ilginç üyeleri arasında; Asaf Savaş Akat, Nuri Çolakoğlu, İshak Alaton, Bülent Eczacıbaşı, Eli Acıman, Bülent Akarcalı, Öner Akgerman, Mehmet Ali Birand, Cem Boyner, Hasan Cemal, Erol Çevikçe, Kemal Derviş, Süleyman Gazi Erçel, Tarhan Erdem, Üzeyir Garih, Hurşit Güneş, M.Galip Jabban, Nedim Kalpaklıoğlu, Cefi Jozef Kamhi, Jak V. Kamhi, Kemal Kılıçdaroğlu, İnan Kıraç, Can Kıraç, Tosun Terzioğlu, Simantov Ortaeskinazi, Umur Talu, Tavit Köletavitoglu, Ethem Sancak, Hüsnü M. Özyeğin, Ünal Aysal, Ali Sabancı, Nuri Çolakoglu, Cüneyd Zapsu, Osman Kavala gibi isimler bulunmaktadır.
TESEV, daha çok siyasi ve sosyal boyutta ABD’deki NED’in Demokrat Parti kolu olan NDI’nın istekleri doğrultusunda hükümeti etkilemek için rapor hazırlamakta, araştırma yaptırmakta ve fon almaktadır. Soros Vakfı’nın dört yönetim kurulu üyesi TESEV’in Yönetim Kurulu’ndadır. Kıbrıs’ta Annan Planı’nın desteklenmesinde işbirliği yaptılar. Soros’un Açık Toplum Vakfı’nı fon hiyerarşide TESEV’in üstünde görmek gereklidir. Her önüne gelen TESEV kurucusu olamaz, Sorosculuk hem bir vekâlet, hem de bir kefalettir. Mensur Akgün’leri, Şahin Alpay’ları, Kemal Derviş’leri, Ahmet İnsel’leri Soros’tan sormalısınız. Soros’un çizdiği rotadan yürüyen TESEV’in gizli gündeminde Türkiye’ye yön ve ayar vermek gibi bir misyon vardır. Başta Türkiye’nin komşuları olmak üzere pek çok ülkede ‘turuncu devrim’ yapmayı başaran Soros’un Açık Toplum Vakfı’nın ülkemizdeki en önemli, en bilindik müttefiki TESEV’dir. TESEV ve bazı “sivil” toplumcularla birlikte, Türkiye’de eğitime katkı koyacağını açıkladı. Soros’un Türkiye’deki uzantısı olan Açık Toplum Vakfı’nın mütevelli heyeti, İshak Alaton, Osman Kavala, Can Paker ve Murat Sungar’dan oluşmaktadır. Türkiye’nin gündemini yıllardır TESEV belirliyor ve yönetiyor. TESEV’ce hazırlatılan Kıbrıs sorunundan Güneydoğu, Suriye, İran, İsrail, Ortadoğu ve Kafkasya’ya kadar dış politika ile ilgili raporların yanı sıra, güvenlik, istihbarat, TSK, yerel yönetimler, medya, Anayasa, yargı, laiklik, başörtüsü yasağı, Avrupa Birliği, Heybeliada Ruhban Okulu, azınlıklar, gayrı-müslim cemaatlerin sorunları vb. konulardaki yüzlerce raporda Büyük Ortadoğu Projesi çerçevesinde Türkiye’nin Atlantik ötesi ve AB tarafından dönüştürülmesine ilişkin görüş ve öneriler yer alır. TESEV’in dağıttığı Kıbrıs Kitapçığı Oslo’daki Uluslararası Barış Enstitüsü tarafından hazırlandı. Türk-Yunan Forumu üyelerinin bir kısmı da TESEV yöneticisidir.
Özellikle 1990’dan sonra ARI-TESEV gibi örgütlerle ilişkilerini geliştiren “açık toplum” örgütlerinin kurucusu George Soros, Türkiye’den eksik olmaz. George Soros, 20 Haziran 1999’da, Sabancıların konuğu olarak, İstanbul’da 2 gün geçirdi. Sabancı-Soros eğitim imzalaşmasının ve konferansın ardından Soros, geceyi Cem Boyner ve Bülent Eczacıbaşı ile ‘Ulus 29’ eğlence merkezinde geçirdi. Soros, “vakıflarla, derneklerle uzun süredir yaşama geçirilmeye çalışılan “açık toplum” yönlendirme işini anlatmıştı. Türkiye para piyasasında Quantum’un yanı sıra “Turkish Growth Fund” adlı şirket “Türk” adını almıştır ama merkezi Lüksemburg’dadır. Yönetim kurulu üyeleri arasında iki de, Türk vatandaşı bulunmaktadır: Ahmet Çullu ve Cem Duna. Soros’un da buyurduğu üzere, “Kürt sorunu” açık toplum yollarında çözülecektir. Yüzlerce milyon dolarla desteklenen H.R.W’un katkılarıyla çözülecektir. ARI ve ABD Cumhuriyetçi Parti örgütü IRI, iki yıl süren Anadolu çalışmalarının sonunda, 12-13 Mayıs 2001’de, gençleri, İstanbul’da topladılar. TESEV, Sabancı Holding ve TÜSİAD yöneticisi Can Paker, “Amerikanın yerine ben olsam, partiler yasası çıkmadan (Türkiye’ye) parayı vermem,” diyerek, Türkiye’ye gözdağı verilmesini önerdi. Derviş’le birlikte Yeni Demokrasi Hareketi’ni (sonra Partisini) kuran Cem Boyner, Kıbrıs sorununun hemen çözülmesini isterken, “Vatan sadece harita değildir” demekteydi. George Soros, 1-2 Mart 2002’de, yine Güler Sabancı’nın konuğu olarak geldi. Önce Bebek’deki “OSIAF” irtibat bürosu elemanlarıyla Kafkasya- Asya-Ortadoğu işlerini kapalı olarak görüştü.
İşin bir de Avrupa Birliği cephesi var ki, AB’nin sağladığı kurgu, ABD’nin ki ile uyum içinde ve tamamlayıcıdır. AB Sivil Toplumu Geliştirme Programı tarafından organize edilen Türk Yunan Sivil Diyaloğu çalışmaları Bilgi Üniversitesi tarafından organize edilmektedir. Koç ve Sabancı’nın içinde olduğu Türkiye Üçüncü Sektör Vakfı (TÜSEV)’in Türkiye’de sivil toplum araştırmaları adı altında toplumsal yapıyı analiz edip küresel patronlara sunmak gibi bir işlevi vardır (7). TÜSEV başkanı Boğaziçi Üniversitesi’nin eski rektörü Prof.Dr.Üstün Ergüder, aynı zamanda TESEV kurucusudur. TESEV, Türkiye’de küresel sermayenin uzantısı olan oligarşik isimlerin toplandığı merkezdir. TESEV’in Vakıf senedindeki üyeler Türk medyasının en büyük, en kodaman reklâm verenleridir. Bütün basın organları, partiler, üniversiteler TESEV ve yandaş kurularının işaret çubuğuna bakar, hatta TESEV tarafından yönetilirler. Bu gazeteler bu televizyonlar neden bizim değil? Sabancı, Bilgi, Boğaziçi, Koç vs. üniversiteler neden bize bu kadar yabancı? AKP iktidarı ile Aydın Doğan Yayıncılık’ın Koordinatörü Tarhan Erdem’in birlikte hareket etmesi nasıl açıklanabilir?
Soros’un şebekesi Türkiye’de bölücülüğün, etnik ve mezhepsel ayrımcılığın körüklenmesi ve TSK.nın nüfuzunun kırılması işinde özellikle Taraf gazetesi aracılığı ile ABD’ye ciddi katkılar sağladı. Batılı ajanların arkasında olduğu STÖ.ler; istihbarat işlevlerinden daha çok Türkiye’de kitle örgütlerini, meslek odalarını, sendikaları giderek eritip-bitirdiler, Türkiye’yi teslim almanın vasıtası haline getirdiler. Bunlar olmadan Türkiye’de iç dinamikleri kontrol etmek ve kendi amaçları doğrultusunda dönüştürmek mümkün değildi. Bu yapılar vasıtası ile Türkiye bugün tarihinde hiç olmadığı kadar yaygın ve etkili bir istihbarat ağı ile sarılıp, sarmalanmıştır. Bu ağ Türkiye’yi bölmek ve dönüştürmek isteyen ABD ve AB’nin emrindedir. Bunlar vasıtası ile toplum ve değerleri yozlaştırılıp, çürütülmekte, ulusal değerler yıkılmaktadır. Açıkça ulus-devlet, milli egemenlik ve bağımsızlık düşmanlığı yapılmakta, Amerikancılık, AB’cilik ve vatansızlık meziyet haline getirilmektedir. ABD’li diplomatlara göre; Türkiye, AB üyesi olmasa da, üyelik süreci devam etmelidir. Bunun nedeni ise Türkiye’nin reform sürecinin AB üyeliğinden daha önemli olmasıdır (8). Nitekim uzun bir zamandır Türkiye’deki TÜSİAD, TESEV gibi liberal çevreler ve gazeteler, “AB üyesi olmasak bile reformlara devam” teması işlemektedir. ABD’nin AB reform sürecinin devamını istemesinin üç temel nedeni bulunmaktadır. İlki, bu süreçte Türkiye’nin iç politikasında ABD için yararları pek çok reformun önünü tıkayan ordu ve bürokrasinin ağırlığının azalacak olması. İkinci neden, Türkiye’nin bölünme sürecinin gerekleri olan yapısal değişikliklerin AB reformları maskesi altında hayata geçecek olmasıdır. Üçüncü neden ise, Türkiye’nin Batı yerine Doğulu müttefik arama riskidir.

CHP’nin Federal Yöneticileri
TESEV kurucu üyeleri arasında bulunan Cem Boyner’in bir dönem Türkiye için siyasi umut olarak lanse edilmeye çalışılması, Kemal Derviş’in benzer bir operasyonla ‘kurtarıcı’ modunda Ecevit kabinesine paraşütle yerleştirilmesi ve de Baykal’ın istifası sonrası ‘CHP’nin kurtarıcısı, Türkiye’nin umudu’ olarak Kılıçdaroğlu’nun bir anda pompalanması aynı mekanizmanın işidir. CHP, bugün CIA ve Soros örgütlerinden beslenen TESEV’in kolu olan bir sivil toplum örgütüne indirgendi (9). TESEV Vakfı’nın 183 no.lu üyesinin CHP Genel Başkan Kılıçdaroğlu’dur. Ayrıca Hurşit Güneş’ten Osman Kavala’ya kadar birçok CHP’li de o vakıfta kurucu olarak yer almaktadır. CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun seçtiği 80 kişilik Parti Meclisi’nin en az 40’nın CHP’ye ilk kez kaydolan ve pek çoğunun Soros’un desteklediği bir takım vakıflarda üyeliklerinin bulunan kişilerden oluşmakta idi. TESEV, Türkiye’de görev yapan pek çok akademisyenin çalışmalarını desteklemiş ya da fonlamıştır. Bunlar arasında Kılıçdaroğlu’nun partiye kazandırdığı Binnaz Toprak ilk sıradadır. Şimdilerde TESEV üyeleri CHP’nin ilçe ve il salonlarına gelip paneller veriyor, kendi siyasi anlayışlarını parti örgütlerine empoze ediyorlar. Kılıçdaroğlu, Erdoğan’ın programına örgütlü olarak bağlı, her ikisinin ortak programları, ABD markalıdır. BOP Eşbaşkanı hangi açılımı yapsa, Kılıçdaroğlu, “yetmez ama evet” der. Yeni CHP’nin bütün açılımları tek tek Soros’un siparişleridir.
CHP lider kademesi, Pensilvanya operasyonlarıyla atanıyor. Atatürk’ün Partisi Soros muhiplerinin eline geçmiştir (10). Yerel seçimlerde cemaatten alınan isimlere öncelik verildi (11). Wikileaks belgelerinde de ABD’nin Kürt projesi danışmanlarının ismi geçmektedir. 25 Mart 2009 tarihinde ABD’nin Adana Konsolosluğu Kâtibi Eric Green tarafından yazılan ve Büyükelçi James Jeffrey tarafından onaylanarak Washington’a gönderilen raporda CIA tarafından TR 705 olarak kodlanmış olan, CHP Milletvekili Sezgin Tanrıkulu’nun verdiği şu bilgi yer almaktadır; “AKP, solcu Kürtlere karşı İslamcı Kürtler politikası sürdürmekte, kendilerini bir kenara itilmiş gören Solcu Kürtler, İslamcı Kürtleri ‘satılmış’ olarak görmektedirler.” Aynı belgede BDP desteği ile Diyarbakır Milletvekili olan Altan Tan ise şöyle demektedir; “AKP, Kuzey Irak ilişkilerini ya istihbaratçılarla ya da dışişleri aracılığıyla sürdürmekte, bölgedeki gerçek politik aktörleri kullanmamaktadır.” CHP’nin yeni ideolojik yapılanmasına ve “İkinci Cumhuriyetçi” yeni kadrosuna da yol gösteren TESEV’in dikkat çeken raporlarından biri de Cengiz Çandar’a sipariş ettiği 27 Mart 2012 tarihli “Dağdan İniş-PKK Nasıl Silah Bırakır?” (Kürt Sorununun Şiddetten Arındırılması) başlıklı rapordur. Bu rapor Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında “Özgür Kürdistan” tezgâhıyla Türkiye Cumhuriyetinin üniter yapısının çözüştürülmesi ve Anadolu Ilımlı Türk-Kürt İslam Federasyonu‘na başkalaştırılması tezgahının alt yapısını açıklamaktadır (12).
Kılıçdaroğlu, 23 Mayıs 2011 günü, Van toplantısının ardından Hakkâri’de AB’nin “Yerel Yönetimlere Özerklik Şartı”nı uygulayacaklarını ilan etmişti. Son Olağanüstü Kurultayda bu kez vurgulayarak yineledi. Bölge PKK’ya bırakılmışken; Valiler, kaymakamlar, askerler, polisler, partiler sessiz. Kılıçdaroğlu ekibinin 3 maddelik “çözüm” planında; Kürtçe eğitim, yerel yönetimlere özerklik ve eşit vatandaşlık (yani “Türk milleti” denilmemesi) var (13). 10 Temmuz 2014’de AKP’nin getirdiği “PKK ile müzakere yasası”na evet diyen CHP de “evet” dedi. Böylece PKK meşrulaştırılırken, Güneydoğu Anadolu örgütün denetimine bırakıldı. CHP kurultayında suni bir sağcılık-solculuk atışmasının ötesinde bir çekişme olmadı. Kılıçdaroğlu’nun dört yıldır dönüştürdüğü CHP, AKP ile muhafazakârlıkta yarıştı, cemaate sarıldı. Muhafazakâr kesim ise kopyası yerine aslına oy verdi. Yeni CHP, artık AKP’yle sadece muhafazakârlıkta değil, Kütçülükte de yarışmaya karar verdi. CHP, AKP ile birlikte Avrupa Özerklik Şartı’nı kabul ederek milli devleti yok etme peşindedir. CHP, yalnız özerkliği değil, ABD ve AB’nin dayattığı emperyalist programı da bir bütün olarak benimsemiştir. “Bırakın Atatürkçülük edebiyatını” diyen Kılıçdaroğlu, kurultayda dördüncü devrimi gerçekleştireceklerini söyledi. Bunu söylerken, “yerel yönetimlerin özerkleştirilmesini”, “Dersimli Kemal” olduğunu, PKK ile mücadeleyi değil, müzakereyi” savunan Kılıçdaroğlu’nun açıklamalarına bakılırsa sözünü ettiği devrim tanıdık. “Soros devrimi”dir (14). CHP, Atatürkçülük ile bir ayrım noktasına getirilmek istenmekte, bu yüzden “Altı Ok’u dizayn etme” lafları telaffuz edilmektedir.

Federal Türkiye’nin AKP’li Yöneticileri
AKP içinde Exeter’den mezun ve 1990’lı yıllardan beri CFR toplantılarına katılan Abdullah Gül, Cüneyd Zapsu, Ali Babacan gibi isimler öne çıkmaktadır. İngiltere’deki Exeter Üniversitesi, İngiliz Üniversiteleri arasında “Kürt Araştırmaları Enstitüsü” olan tek yüksek öğretim kurumudur. İngiliz istihbarat servislerinin yurt dışı görevlere gönderilecek ajanlarının önemli bir bölümü Exeter Üniversitesi’nde eğitim görür. Ayrıca Arap ve İslam Dünyası ile Kürtler hakkında uzmanlaşması gereken İngiliz ajanlar da bu üniversitenin hocaları tarafından eğitilir. İslam Kalkınma Bankası’nın bütün önemli yöneticileri Exeter Üniversitesi’nde yüksek lisans veya doktora yapmıştır. Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, 1993 yılında Exeter Üniversitesinde eğitim gördü. Abdullah Gül, Exeter Üniversitesi’nde iki yıl eğitim-öğretim görmüştür. İslam Konferansı Örgütü Genel Sekreteri Ekmeleddin İhsanoğu, Exeter Üniversitesi’nde doktora sonrası çalışmalar yapmıştır. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan TESEV’in araştırmalarını önemsiyor, okuyor, hatta destekledi. Erdoğan’ın kızı Esra Erdoğan’ın 2003 yılında TESEV’de staj yaptı (15). TESEV merkezini sık sık ziyaret eden ve rapor sunanlardan biri de stratejik derinliği çok olan Ahmet Davutoğlu’dur. Örneğin 29 Eylül 2004’de TESEV’de AB’ye ilişkin beklentiler ve ABD’den gelecek karar doğrultusunda Türkiye’nin muhtemel tavırları ile ilgili yorumlar yapıyordu. Davutoğlu ayrıca, Irak’ın geleceği, Rusya’da yaşanan son gelişmeler üzerine de katılımcılara bilgi verdi.
ABD Ankara Büyükelçiliği’nden Başmüsteşar Robert S. Deutsch tarafından kaleme alınan 16 Kasım 2002 tarihli, yani henüz AKP kurulmadan önce ABD’nin Abdullah Gül’e nasıl baktığı konusunda önemli tespitler yapıyor; “Gül, uzun süredir ABD Büyükelçiliği’nin yakın ilişkide olduğu kişilerden biridir. Amerikan zihniyeti ve ABD’nin dış politika öncelikleri konusunda mükemmel bir ‘kavrayışa’ sahiptir.” Gül’ün Erdoğan ile ilişkisi konusunda ise şu ifadelere yer verilmektedir; “Erdoğan’a sadık ama kendi ihtirasları var ve zaman zaman bizimle konuşurken kaba saba bir adam olan Erdoğan’a tabi olmaktan duyduğu rahatsızlığı yansıttı (16).” Abdullah Gül, daha 2003’de Vatan Gazetesine Türk dış politikasının izleyeceği rotayı şu şekilde açıklamakta idi (17); “Ankara ile Washington’un 50 yıllık stratejik ilişkileri gelecekte çok daha yaygınlaşıp gelişecektir. Sana şunu açıkça söyleyeyim; Ortadoğu’daki bütün rejimler değişecek. ..Ben bu gezileri yapmadan önce, şimdi senin oturduğun koltukta (Eliyle koltuğa vurdu) ABD Dışişleri Bakanı Powell oturuyordu. Onunla 2 sayfalık 9 maddelik bir plan üzerinde anlaştık. Ama ben her yaptığımı kalkıp açıklayamam ki… Powell Suriye’ye giderken de benimle konuştu. Gizli olan bir sürü gelişme var..” Evet, plan devam etmektedir. 28 Ağustos 2007 tarihinde Gül’ün Cumhurbaşkanı seçildiği gün Büyükelçi Ross Wilson onaylı diğer bir belge ABD’nin Gül’ün Çankaya’ya çıkışını değerlendiriyor; “.. Bölgesel bir aktör olarak Türkiye ve bölgedeki ABD çıkarları için çok büyük bir fırsat yaratıyor.. ABD için önem taşıyan konularda, Gül önemli bir ortak olacaktır. Selefinin (Ahmet Necdet Sezer), Irak Cumhurbaşkanı Talabani’ye yapmak istemediği daveti Gül muhtemelen yapacaktır. Gül, Ortadoğu barışına aracı olabilmek konusunda şahsi bir istek duyduğunu da açıkça ortaya koydu. ABD yanlısı bir cumhurbaşkanı olarak onun bölgedeki ilişkileri ve statüsü olumlu bir etki yapabilir. Bu konuda rehberlik etmesi için ABD’ye doğru bakacaktır (18).”
Yeni Başbakan Davutoğlu’nun doktora eğitimi yaptığı Malezya Kuala Lumpur’daki İslam Üniversitesi’nin kurulmasını uluslararası kuruluşlar ve Malezya hükümeti birlikte finanse ettiler. Mukaddesatçı Prof.Dr.Sebahattin Zaim’in öğrencisi olan Ahmet Davutoğlu’nun hocalık yaptığı bağımsız üniversite budur (19). Uluslararası İslam Birliği Bankası da, İslam Kalkınma Bankası’nın finansmanıyla kuruldu. Bunların kurulması sırasında David Rockefeller ve Harvard Üniversitesi’nden Prof.Dr. John Thomas Dunlop bölgeyi ve yapılanmayı ziyaret ettiler. CIA ve Dışişleri kadrolarıyla yönlendirdiler (20). Zaim, Amerikan Yardım Teşkilatı’nın (ICA/AID) gerek teknik, gerek mali sponsor olarak organize ettiği seminerlere katıldığını açıklıyor. Abdullah Gül ise Sakarya Akademisi’ndeki üç numaralı asistanlarıdır. Zaim, Davutoğlu’ndan şu ifadelerle bahsediyor; “İslam fidanlığının çocuklarından Davutoğlu, ‘Hedefimiz Kadim Osmanlı’ diyor.” ABD Ankara Büyükelçisi James Jeffrey’in 26 Ocak 2010’da Washington’a yolladığı ‘gizli’ kodlu kriptoda, Ahmet Davutoğlu ile ilgili tanımlaması çok çarpıcı: ‘Meyilli (well disposed to) acente’. “Türkiye, kültürü, tarihi ve dini konumunun olduğu kadar, Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun stratejik ihtiraslarından dolayı, uluslararası toplumun Afganistan ve Pakistan’daki hedefleri için bir acente (ajan) olarak davranmaya çok meyillidir (21).” Davutoğlu, 2007 yılından beri Mezopotamya Vizyonu adı verdiği projesi ile Kürt Federasyonu’nun kurulmasının bölgeye istikrar getireceğine yönelik hayalini gerçekleştirmeye çalışmaktadır (22). Ortadoğu’yu kan gölüne çeviren, Sünni mezhepçi hayaller peşinde Suriye’de iç savaş çıkaran, Irak’ı bölmek üzere olan bu macerada sıra Türkiye’de İslam devletinin kurulmasına ve Kürt Federasyonuna gelmiştir.

Sonuç
Bugün Türkiye’yi yönetenlere hâkim olan Yeni-Osmanlıcı yaklaşım, Türk Devleti’nin laik yapısına iki şekilde tehlike oluşturmaktadır. Köktendinci vizyonu ile dış politikamızın temel ilkeleri sarsılmakta, öte yandan toplumdaki etnik ve dini farklılıkları siyasete entegre edilerek ülke bütünlüğü gün geçtikçe tehlikeye düşmektedir. Osmanlıcı yaklaşım, günümüzde İslamcı hedeflerle iç içe geçmiştir. İslamcılara önerilen Ortadoğu konfederasyonu içindeki Ilımlı İslam devleti federasyonu, sözde eski Osmanlıyı canlandıracak ve liderlik edecektir. Böylece, ılımlı İslam devleti yanında; Türkiye’nin İslam dünyasına liderlik etme hayali yani padişahlık rüyası da gerçekleşecektir. Arka planda Türkiye’ye karşı yürütülen “büyük oyun” bir dönüşüm projesidir. Dönüşüm ülke içi dinamiklerin baskı altına alınarak, Türkiye’ye Kürdistan dayatması (federalleşme) ve Büyük Ortadoğu’nun şekillendirilmesinde Türkiye’ye biçilen rolleri kapsamaktadır. Terörle mücadelede, müzakere (diyalog) sürecine girilmesi bu rollerin bir parçasıdır. On yıllardır yetiştirilen ve Federal Türkiye’ye geçiş için hazırlanan kadro bugün onların hizmetinde devlet, partiler, kuruluşlar, medya, işadamları gibi kamu ve özel tüm kuruluşların içinde köşe başlarını tutmuşlardır. Atatürk ilkelerine dayalı Cumhuriyet rejiminin tamamen tasfiyesi ve ülkenin Kürtler ile bir federasyona dönüşmesi için “Yeni Anayasa Yeni Türkiye” sloganı uydurulmuştur. Yeni Anayasa ile olmazsa Yerel Yönetimler Yasası ile 20 eyalete bölünecek Türkiye’de öncelikle Valilerin halk tarafından seçilmesi ve görünüşte bölgesel gelir eşitsizliğini azaltmak, gerçekte ise Federalizm için kurulmuş olan Bölge Kalkınma Ajansları vasıtası ile bu eyaletlerin kendi bütçeleri olmasını sağlanacaktır. Böylece idari ve mali özerkliği alan eyaletlerin önünde siyasi özerkliği almaları için referanduma gitme seçeneği kalacaktır.
Bugünkü Türkiye, Atatürk’ün bıraktığı tam bağımsız ve milli egemen bir ülke değildir. Tam bağımsızlıktan kastımız ülkenin iç ve dış politikalarına karar verilmesinde başka ülkelerin şantajı altında olmama, milli egemenlik ile ise ülkenin yönetiminde dış mihrakların yönlendirici olmamasıdır. Dönüştürülen Türkiye’de Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyetin temel ilkeleri tasfiye edildi, ekonomimiz yabancıların tahakkümüne girdi, milli değerler aşındı, sosyal devlet çöktü ve nihayet ulus-devlet yapımız çözülüyor. Ortada çok yüzlü, izleri birbirine karışmış, dışarıdan beslenen ve yönlendirilen, milliyetsizlik duygusu ile hareket eden bir ajan ağı vardır. Bu ağ, toplumun en uzanılması zor siyasi kişiler ve iş adamlarından başlayarak, aşağıya doğru kilit mevkileri ele geçirdiğinden deşifre edilmesi, suçlanması ve hesap sorulması zor, ulus-devlet yapımıza nüfuz etmiş bir habis kitle teşkil etmektedir. Küresel sermayenin kurduğu ağın sinir uçlarında olan ve bugün ana gündemleri Federal Türkiye’nin kurulması olan toplam 100-150 civarında kişi, çeşitli partiler, devlet kurumları, medya, sendikalar ve işveren kesimleri, sivil toplum örgütleri, vakıflar ve dernekler arasında özenle yerleştirilmiş, bazen İslamcı, bazen sivil toplumcu, bazen solcu, bazen Kürtçü, bazen cemaatçi görünümünde ama hepsi de belirli bir merkezden verilen gündemin uygulanmasında kolaylaştırıcı rol oynayan aktörlerdir. Bunların izlerini sürmek kolay değildir. Toplumda yardımsever, barışçı, demokrasi aşığı gibi görünümlerle itibar sahibi yapılmış bu kişiler, duruma göre süratle konum değiştirecek modüler bir esnekliğe sahiptir. Örneğin iktidar değişikliği ile birlikte bir zamanlar cemaate çalışan polis teşkilatı içindeki unsurlar yeni oluşuma intibak edebilir, aralarında rekabet edebilir ya da konjonktürel olarak muhalif gibi görünebilirler. Bugünkü CHP örneğinde görüldüğü gibi gün gelir cemaat ve Kürtçüler ile işbirliği yapabilirler.
AKP, kendine verilen misyonda yeni bir safhaya geçmiş, iktidarını perçinlerken yaptığı tüm hukuksuzlukları meşrulaştırdığı ve liderlerini kanunlardan koruduğunu düşündüğü bir illüzyon ile yeni görevlere hazırlanmaktadır. CHP içindeki çekişmeyi sağcılık-solculuk gibi anlamak ancak, Muharrem İnce gibi naif kişiliklerin yorumudur. AKP, CHP ve MHP’nin başında olan belirli bir kesim Federal Türkiye’ye giden yolda özenle seçilmiş ve yerleştirilmiştir. Atatürkçülük ve ulusalcılık CHP içinde marjinal bir akıma dönüşürken, Kılıçdaroğlu’nun asıl işlevi dışarıdan verilen projelere AKP ile birlikte ortak olmak ve bu yolda ulusalcıları eritmek, CHP’yi dönüştürmektir. Bahçeli; Ülkü Ocaklarını yok ederek, partinin halk tabanı ile temasını kesmiş, sokaktaki MHP’li AKP’ye ve BBP’ye militan taban olmuştur. Özetle, Türkiye’de Atatürk ilkelerini savunan milliyetçi ve ulusalcıların irade ve istekleri bu üç partiyi yöneten Federal Türkiye için seçilmiş yöneticiler tarafından tahakküm altına alınmıştır. Atatürkçülerin stratejisi muhafazakârlık ve Kürtçülük üzerinden dış güçlere hizmet etmek değil, Cumhuriyet rejiminin laiklik, bölünmez bütünlük ve hukuk devleti olma esaslarının korunması için ne gerekiyorsa onu uygulamaktır.
Yapılması gereken Batılılar tarafından geliştirilen Federal Türkiye projesinin yöneticilerinden bir an önce kurtulmak ve Türk halkı olarak oyunu durdurmaktır. AKP, ABD’nin hala serbest piyasa, Kürt projesi, Kıbrıs, Ermeni, Ekümenik konuları gibi birçok projesi için en uygun araç olmaya devam etmektedir. Erdoğan, Cumhurbaşkanı olmasa idi en az üç dönem daha Başbakan olacak yani yürütmenin başında kalacaktı. Tayyip’in kalan etkisi ile AKP, 2015 seçimlerinde de oyların çoğunluğunu alacak ancak ondan sonra AKP hızlı bir düşüş sürecine girecek, daha merkez bir sağ parti halini alacaktır. Muhafazakârlık ve Kürtçülük üzerine yarışa girmiş AKP’nin ve Yeni CHP’nin çekirdek oyu yüzde 30’u aşmamaktadır. Üstelik CHP, muhafazakârlık ve Kürtçülük kartına her sarıldığında ona oy verenler daha çok oranda kaçmaktadır. Türkiye’de arkasında halk hareketi olmayan hiçbir güç iktidar olamaz. Türkiye’yi bugüne kadar yalanlarla ve gayrimeşru yollarla yöneten iktidar ve ona son on yıldır örtülü ve açık destek olan Parlamentodaki muhalefet partilerinin maskesi düşmüştür. Türk halkı artık gerçek Atatürkçülerin, ülkenin birlik ve bütünlüğünü savunan, ülke çıkarlarına öncelik veren, Atatürk’ün tam bağımsız ve milli egemen esaslarına uygun liderlerinin peşinden gidecektir. Ne seçimlerle ne de kanunlarla bu suç ittifakından kurtulmak mümkün olmadığına göre Türk halkı kendi yolunu bulacak, beklediği liderleri kendi içinden çıkaracaktır. Bunun için bize umut olan Gezi Direnişi’nin sloganı ile bitirelim;
“Kahrolsun Federaller.”

Doç. Dr. Sait Yılmaz
Twitter: @DocDrSaitYilmaz

Kaynak : Ulusal Kanal