DOLAR 34,5511 0.2%
EURO 35,9920 -0.68%
ALTIN 2.997,641,22
BITCOIN 34143711,19%
İstanbul
13°

AÇIK

02:00

İMSAK'A KALAN SÜRE

Rıza Kesemen

Rıza Kesemen

03 Mayıs 2024 Cuma

Gerçek nedir?

0

BEĞENDİM

ABONE OL


Gerçek var olma özelliğini yitirmiştir. Neden varlık vardır? Yokluk var mıdır?
Varlık- yokluk ikilemi olduğu sürece “ben ve öteki” ayırımı da olacaktır
Ben Öteki ikilemini aştığımızda, yani bu karşıt ikili yapıyı bozduğumuz da, ben ile öteki
yakınlaşmakta, biri diğerini kabul eder duruma gelerek bütünleşmektedir.
Ancak yapı bozumculuğu kesin çizgilerle tanımlanabilen bir yöntem değildir. Kendini sürekli
yenileyen “Yaşayan bir felsefe” modeli olarak tanımlanabilir.
Yaşayan felsefe içinde yapı bozumculuğu, “yıkım” veya “tersine çevirme” kavramlarından daha az
negatif bir yaklaşımdır. Ancak, yapı bozumculuğunun kesin olarak tanımlanmaması felsefe ile
uğraşanları rahatsız etmektedir. Çünkü felsefe kesin kavramlarla çalışmak zorundadır. Bir bakıma felsefeye “Kavram matematiği” de denebilir. Dolayısıyla, açık ve kesin tanımlı olmayan kavramlar felsefenin ilgi alanının dışındadır, şeklinde bir görüş bulunmaktadır. Ancak, felsefi kavramlar ortamın ve kültürün ürünü olmak zorundadırlar. Her dönemde ortaya atılmış olan kavramlar hem o dönemin bilimsel görüşlerinden etkilenmiş hem de o dönemin varsayımları üzerine inşa edilmiştir. O halde, 20. yüzyılda ileri sürülen bilimsel kavramlarla post modern görüşün örtüşmesi hem doğal hem de gereklidir. Einstein’ın Görelilik kuramı mutlak uzay ve mutlak zaman kavramlarını geçersiz kılmıştır. Hem uzay hem de zaman nesnelerin hızına göre değişmektedir. Burada durağanlık değil hareket önem kazanmıştır. uzay, nesnelerden bağımsız bir sahne olmaktan çıkmıştır. Şu halde nesnelerin bulunmadığı bir boşluk kavramı da tartışma konusudur.
Uzayda karanlık bir bölge bulunması o bölgede hiçbir nesne bulunmaması anlamına gelmez.
Örneğin, kara delik denen gök cisimleri öyle kuvvetli bir çekim gücüne sahiptirler ki kara delik içine
düşen ışık dahi dışarı çıkamaz. Yani karanlık yokluk demek değildir. Yokluk bölgesi veya uzay boşluğu bölgesi bizim bir varsayımımız olmaktadır. Çünkü boş olduğunu sandığımız bölgede dahi “arka zemin radyasyonu” denen ve yaklaşık +4 derece Kelvin (-270 derece Santigrat) olarak saptanmış olan bir elektromağnetik radyasyon (ışıma) bulunmaktadır. Şu halde “varlık” her bölgede vardır ve “yokluk” kavramı sadece metafizik olarak düşünülmelidir.
Post modern yaklaşım insanı ve insanın sezgisel yönünü de içerdiğinden sadece fizik ile bağlantılı
olmayıp güncel metafizik kavramların ortaya çıkışına da yardımcı olmuştur.
Batı da görülen yeni mistik akımların kaynağını 1968 sonrası yayınlanan post modern kitaplarda
bulabiliriz. Günümüzün Post modern tüketici toplumu her türlü ürünlerin yaygınlaştığı ve bir bakıma
sığlaştığı bir Pazar yeri gibidir. Toplumda her şey metalaştırılmıştır ve maneviyattan maddiyata sürekli
değişen moda akımları halinde sahte bir gerçeklik yaratılmıştır. Yeni bir “yaşam tarzı” olarak reklamlar
ve “simülakr” görüntüler bizi kuşatmıştır. İçinde yaşadığımız çağ bir bakıma “karmaşa” ve “dönüşüm”
çağıdır. Çünkü her karmaşık durum sonuçta yeni bir oluşuma yol açar ve sonuçta dönüşüm gerçekleşir.
Böylesi bir durumda insan kendini yeniden kurma, oluşturma ve dönüştürme zorundadır.
Post modern terimi böylesi bir “kalıplar içine sıkıştırma” olgusuna baş kaldırma ve onunla
hesaplaşma gayreti olarak görülebilir.
Bu hesaplaşma da merkezi bir yer işgal eden “nesnel gerçeklik” kavramı üzerinde biraz duralım
Kant’ göre: nesnelerin “kendiliği” bilinemez. Bu ifade ancak gözlem için doğrudur. Gözlem yaparak,
yani 5 duyu yoluyla, nesnelerin kendiliğini bilemeyiz. Çünkü, gözlem yapmak için önce bir gözleyen bir
de gözlenen bulunmalıdır. Bu da iki ayrı kavram gerektirir. Gözleyen ile gözleneni bir bütün olarak
kabul ederseniz “öteki” kavramı ortadan kalkar ve bütünsel teklik ortaya çıkar. Bu durum oluştuğunda,
nesnelerin ve “öteki” olarak tanımlanmış olan dışımızdakinin kendiliği bilinebilir. Bu bilgi türüne “iç görü”
de denebilir. Dönüşe insanların dönemi olan içinde yaşadığımız zaman aralığında, kadim bilgelik ile post
modern bakış büyük çapta örtüşüyor ve bizleri ya- veya mantığını aşmaya davet ediyor.
Her canlı varlıkta bir miktar farkındalık vardır. Bitkilerde bile, yapılan deneylere göre, değişik
düzeyde farkındalık bulunduğu görülmüştür. Yapraklarını gece ve gündüze göre yönlendirirler.
Çiçeklerini ışığa göre açıp kaparlar, su durumuna göre kendilerini değiştirirler, hatta insanların onlara
ne şekilde davrandıklarını bile farkına varırlar. Eğer güzel müzik çalınırsa veya güzel söz söylenirse
bitkinin reaksiyonu farklı, bağırılırsa farklı olduğu deneysel olarak saptanmıştır.
Hayvanların farkındalığı bitkilerden daha fazla, insanlarınki daha da fazladır. Hatta makineleri bile
farkında yapmak mümkündür. İnsan yaklaşınca fotosel ile çalışan açılan kapılar basit bir farkındalık örneği oluştururlar. Fakat bu tür farkındalık etki tepki farkındalığıdır. Belli bir etki vardır ve bu etkiye
göre otomatik bir tepki oluşur. Newton fiziğinin ikinci yasası “Her etkiye eşit ve ters yönde bir tepki oluşur” der. Bu türden bir etki-tepki ilişkisi şuur gerektirmez. Adeta doğanın kendi programı olarak her durumda ortaya çıkar. Buna “var olma içgüdüsü” de diyebiliriz. Sadece canlılar değil cansız dediğimiz varlıklar da bu tepkiyi gösterirler. Çünkü bir nesneyi yok etmeye çalışırsanız o size karşı direnecektir. Örneğin suyu düşünün. Su her girdiği kabın şeklini alır. Fakat suyu sıkıştırdığınız zaman direnir. Belli bir hacmin altına suyu sıkıştırmak son derece zordur. Suyun ısısını alıp buz haline getirdiğinizde hacmi küçülmez artar. Yani buz, sudan daha fazla hacim olarak varlık gösterir. Kaybettiği ısı enerjisine karşı gösterdiği tepki daha fazla yer kaplamaktır. İnsanların çoğu da aynı etki-tepki mekanizması içinde yaşamlarını sürdürürler. Örneğin, yemeyen çocuğunuza siz zorla yemek yedirmeye çalışırsanız o size daha fazla direnecek, yememek için türlü bahaneler bulacaktır. Bu tür etki- tepki mekanizması kendini ispatlamak, varlığını ortaya koymak veya
varlığını korumak durumlarında ortaya çıkar. Zayıf hisseden varlığın kendini koruma içgüdüsü ile ilişkili bir mekanizmadır bu. Bu mekanizmada şuur yani uyanıklık durumu yoktur veya çok azdır. Otomobil kullanmayı düşünün. Başlangıçta her hareketin şuurundayız. Yani farkında olarak otomobili süreriz. Vites değiştirmek, frene basmak bir istek sonucu şuurlu bir çaba gerektirir. Oysa ki ustalaşıp otomobille bütünleştiğimizde bu şuur durumu ortadan kalkar. Bir yandan konuşur veya farklı şeyler düşünürken diğer yandan arabayı sürebiliriz. Artık farkında olmaya gerek kalmamıştır. Hareketlerimiz otomatik hale gelmişlerdir. Bu durum her ne kadar daha az yorucu olsa da elbette ki mahsurları da vardır. Faydası, otomobili kullanmayı otomatik pilota bağlamakla dikkatimizi yola daha fazla yönlendirebiliriz. Zararı da farkındalığımızı tümüyle kaybedersek, bu sefer de yoldaki tehlikeleri küçümseriz. Birçok kaza bu yüzden olmaktadır. Peki farkındalığı güne daha doğrusu anlara indirmek mümkün müdür? Yoksa bu hiç
başarılamayacak bir ütopya mıdır derseniz? Elbette mümkündür deriz. Birkaç sade metodu izleyerek,
her insan kendi farkındalığını bir başkasına ihtiyaç duymadan yükseltebilir ve yeni algılamalar, yeni
hissedişler, yeni bir bakış hissedebilir, bu yeni bir pencereden yaşama bakmak gibidir ve başarı
duygusu getirir. Günümüzün zor şartlarında, biraz başarıya ve minik mucizelere ne kadar çok
ihtiyacımız var değil mi? Gündelik konuşmalarımızda da çoğu zaman sözümüzün etkisinin farkında
olmayız. Öylesine, gelişi güzel fikir beyan eder ve sözümüzün karşımızdaki kişiyi ne şekilde etkilediği,
onu rencide edip etmediği konusunu düşünmeyiz bile. Sürekli konuşup hiçbir şey söylemeyen birçok
insan vardır sizin de gözlemlediğiniz gibi. Konuşmuş olmak için konuşurlar. Bu durumlarının da
farkında bile değildirler.
Aslında insanların çoğu farkında olmaktan korktukları için çok konuşurlar veya sürekli bir işle meşgul
olmaya çalışırlar. Hiçbir işleri yoksa da ya televizyon seyrederler veya müzik dinlerler. Bu tür
davranışların altında hep kendisi ile baş başa kalma korkusu yatar. Çünkü kendi ile baş başa kalmak,
kendinin farkına varmak demektir ve bu durum pek çok insanın hoşuna gitmez.
Neden insanlar kendileri ile baş başa kalmaktan hoşlanmazlar hiç düşündünüz mü? Çünkü kendi ile
baş başa kalan insan o anın farkına vararak yalnız olmanın derinliğini yaşar. İnsanlar an’da değil
zamanda var olmayı tercih ederler. Zaman geçmiş ve geleceği içerirken, an ikisini de dışlar. Geçmişte hatıralarımız, gelecekte ise ümitlerimiz ve beklentilerimiz vardır. Yani geçmiş ve gelecek çokluktur. An ise tekliktir. Geçmiş ve geleceğin çokluğunda kendimizin dışında birçok insan ve olayda vardır. Oysa ki şimdiki an içinde biz ve dikkatimizi gerektiren konudan başka hiçbir varlık yoktur.
Farkında olmak da bizim konumuzla bütünleşmemiz demektir. Yani, ikilik yerini tekliğe bırakmış
demektir. Şimdiki anda korkutucu bir yalnızlık vardır. Çoklukta huzur ve güven buluruz. Çokluk oldu mu
bizi koruyan, bize sahip çıkan ve seven varlıklar vardır. Ama an içinde teklik (birlik) vardır ve bu durum
pek çok insanı huzursuz yapar. Zaman içinde yaşayan insan büyüme gereği duymaz. Sürekli onu koruyan ve seven varlıklarla sarılı olduğundan sürekli bir çocuk olarak yaşamını sürdürebilir. Zaman bizim güven duygumuzu besler ve bizim farkında olmamızı engeller. Farkında olmak demek an içinde yaşamak, yani şuurlu ve uyanık olmak demektir. Bunun için de insanın kendi ile baş başa kalıp yüzleşmesi gerekir. Bir diğer ifadesi, insanın kendini tanıması gerekir. Oysa kendini tanımak ve kendisiyle yüzleşmek, bazı duygu ve düşünceleri bilinçaltına bastırıp sonra nedeni anlaşılmayan, sıkıntılar, korkular, karamsarlıklar yaşamaktan çok daha iyidir. Üstelik bu modern çağda her insana kendi tarzına uygun şekilde ona destek verecek, terapi yapacak ya da yaşam koçu olarak rahat yürümesini sağlayacak pek çok imkan varken, sıkıntıyla yaşamayı seçmek zaman kaybı değildir de nedir? Aslında en iyi yaşam koçu insanın kendisidir ama zaman zaman dış destek almakta çok yararlı olabilir.
Asrın başında yaşamış olan büyük mistik Gurdjieff hep “Kendini hatırla” derdi. Bu sözle “kendi
varlığının farkında ol” demek isterdi. Hareketlerinin farkında ol, sözlerinin farkında ol, hatta mimiklerinin
farkında ol. Farkındalığın ilk adımı hareketlerinin farkında olmaktır. Bunun için Gurdjieff ‘Stop’ oyununu icat
etmişti. Etrafındaki öğrencilerine hiç beklemedikleri bir anda ‘stop’ der ve onların o anda heykel gibi
hareketsiz kalmalarını isterdi. Bu çok zor bir oyundu. Örneğin tam çay içerken çay bardağı dudağınıza
değdiği anda stop dendiğini düşünün. Çayı içemezsiniz. Bardağı geri koyamazsınız. Elinizi
oynatamazsınız. Ne kadar zor bir durum değil mi? Ama Gurdjieff ‘Tamam’ diyene kadar o durumda
kalmak zorundasınız. Gurdjieff bu oyunu farkındalığı arttırmak için icat etmişti. Çünkü biliyordu ki
farkındalığın ilk adımı bedensel ve fiziksel farkındalıktır. Ondan sonra konuşma ve nihayet var olma
farkındalığı gelecekti. Var olma farkındalığı en ileri derecede şuur hali gerektirir. Varlığın farkındalığı etki-tepki mekanizmalarının ötesine geçmeyi gerektirir. Sizin neden var olduğunuzu ve hangi amaca hizmet
ettiğinizi farkına varmanız gerekir. Bu şuur hali de en zor olanıdır.
İnsanlar bu dünyada doğarlar yaşarlar ve ölürler. Fakat pek çoğu neden bu dünyaya geldiğini ve
hangi amaca hizmet ettiğini veya hangi ideolojinin oyuncağı olduğunu düşünmez bile. Yani kendine
soru sormak ihtiyacı duymadan yaşar sonra çekip gider bu güzel mavi gezegenden. Bu tip insanların
yaşamları bir hay-huy, bir etki-tepki mücadelesi içinde sürüp gider. Çalışırlar, evlenirler, çocuk yaparlar,
çocuk büyütürler, yaşlanıp emekli olurlar ama bir gün olsun “benim bu dünyada var olmamın amacı
nedir acaba?” diye sormazlar. Çünkü bu sorunun cevabını vermek için kendileri ile yüzleşmeleri, yani
baş başa kalmaları gerekir. Ne geçmişin hatıraları ne de geleceğin hayallerinden etkilenmeden, objektif
ve çıplak gözlerle kendini görebilmek öyle önemlidir ki, bu bakış, bu duruş bir kere elde edildikten,
gerçeğin tadına bir kere varıldıktan sonra da vazgeçmek mümkün olmaz.
Anda veya anında durumun şuurunda olmak yani uyanık olmak, keskin bir şuur halidir ve kendine
göre doyulmaz bir tadı vardır. Ve aslında da hiç korkutucu değildir.
Karşılaştığını her duruma anında hakim olmak, onu hemen toparlayıp, gerekeni yapmak sonra da
o duygudan ya da o şuur halinden çekip yeni bir hale gitmek istemez misiniz?
Ama etki ve tepkinin ötesinde durumun şuurunda olabilmek için beklenti ve saplantılardan kurtulmuş
olmak gerekir. Hepimizi zorlayan da budur, saplantı ve beklenti yani geçmiş ve gelecek. Beklentiler
gelecekle, saplantılar ise geçmişle ilgilidir. Tıpkı süregelen ince uzun bir yol gibi, her şeyi ardı ardına
eklemekten öyle hoşlanıyoruz ki ya da bu tip düşünmeye öyle alıştık ki! Oysaki an’da yaşayınca ne
geçmişin takıntıları ne de geleceğin beklentileri etkindir.
An’ı farkına vararak yaşamak demek tercihli olmayan değerler üretmek demektir. Hiçbirinin
diğerlerine göre daha önemli olmadığı güçler, erdemler ve bilgiler. Yani bir bakıma kendi egomuzu
(nefsimizi) ön plandan geri çekip, arka plana çekebilmeye benzer bu durum. Etki-tepki mekanizması
içinde olan egomuzdur. Egomuz yani nefsimiz bizim ne kadar önemli bir varlık olduğumuzu hep
tekrarlayıp durur. Egomuz sürekli bizi korumaya çalışan bir kalkan gibidir. Devamlı bu ego kalkanının
arkasına sığınarak kendimizi güvende hissederiz. Bu korunma mekanizmasını da çoğu zaman
“haysiyet, izzeti nefis, gurur, haklılık” gibi kavramların arkasına gizleyerek kendimizi haklı göstermeye
çalışırız. Oysa ki an’da yaşayıp farkında olmak kendi ile her an karşılaşmak, durumu olduğu gibi
görmek demektir. Yani bize daha çok zarar verecek, gereksiz bir yansıma veya odak bozukluğu
oluşturmadan, durumu görmek, anlamak, gerekeni yapmak ve bundan mümkün olduğunca az
etkilenmek… Hiç mi derin etkilenmeyeceğiz de diyebilirsiniz. Derin etkilenmek de çok iyidir ama burada amaç ne olursa olsun konuyu fazla uzatmadan, akmakta olan diğer anlara geçebilmek ve yaşama anlar içinde, kare kare çekilmiş fotoğraflar gibi yetişmektir. Bunu başarabilmek için de hiçbir değerin diğer bir değere göre daha tercihli durumda olmaması gerekir. Örneğin, “Ben ailemi her şeye tercih ederim. Önce eşim ve çocuklarım gelir. ( Veya işim de diyebilirsiniz, sonuç fark etmeyecektir ) Sonra diğer insanlar”
dediğimiz vakit olayları tarafsız bir gözle inceleyemeyiz. Eğer çocuğumuz okulda kavga etmişse
mutlaka kavga eden diğer çocuk suçludur. Eğer çocuğumuz derslerde kötü not almışsa mutlaka
öğretmen kötüdür. Ya kötü ders anlatmıştır veya çocuğumuza bir garezi bir takıntısı vardır. İşimiz için
de aynı örnekleri vermek mümkündür. Bu gibi örnekleri arttırabiliriz.
Tercihli değerler içinde yaşayan insanlar için daima kendileri haklı, karşılarında duran da haksızdır.
Bunu gündelik yaşamda gördüğümüz gibi, politikada ülkeler arası ilişkilerde de görüyoruz. Kendini
tehdit eden bir hayali düşman yaratarak varlıklarını sürdüren ülkeler, aslında en fazla korku içinde
yaşayanlardır. Bu korkuyu da alet olarak kullanırlar. Korku sayesinde ülke halkı istenileni daha kolay
kabul eder. Korku insanın bağımsız düşünmesini engeller. Korku insanın büyümesini engeller. Sürekli çocuk
kalan insan ise daha kolay alet olur. Oyuncak haline gelir ve hiçbir zaman şuurlu bir varlığa
dönüşemez. Gündelik yaşamda farkında olmak demek, diyalektik mantığı da aşmak demektir. Diyalektik
mantıktan kasıt ikili karşıtları içeren düşünce sistemidir. Örnek olarak, karanlık- aydınlık, iyi-kötü, doğru-
yanlış, büyük-küçük, güzel-çirkin, canlı- cansız gibi karşıt kavramlar. Karanlık -aydınlık örneğini ele
alalım. Karanlık ışığın olmadığı durumdur. Aslında tam ışık enerjisinin bulunmadığı uzay parçası
olamaz. Çünkü ışık bir enerji dalgasıdır ve bu dalgaya elektro manyetik enerji denir. Elektro manyetik
enerjinin geniş bir spektrumu (tayfı) vardır. Bu tayf görünen ışıkla sınırlı değildir. Görünmeyen kırmızı
altı ve mor ötesi ışık, radyo dalgaları, TV dalgaları, x-ışınları yani röntgen dalgaları, radar dalgaları ve
radyoaktif çekirdeklerin saldığı gamma ışınları da bu tayfın içinde bulunurlar. Yani, her biri ışık sayılır.
Şu halde, karanlık sandığımız uzay bölgesinde tüm bu görünmeyen dalgaların varlığından haberdar
isek, artık karanlık kavramı bizim için farklı bir anlam taşımaya başlar. Farkında olmakla aydınlık-
karanlık ikilemini de aşmış oluruz.
Bunun gibi iyi-kötü, güzel-çirkin ikilemleri mutlak olmayan göreceli kavramlardır. Bize göre iyi olan
bir diğerine kötü sonuç verebilir. Bizim için güzel olan da bir başkasına çirkin görünebilir.
Diyalektik (ikilemci) düşünce insanı kısıtlayan, onun geniş düşünmesini engelleyen düşünce
sistemidir. Daha eski yunandan itibaren Aristo mantığı olarak bilinen düşünce sisteminde diyalektik
mantık vardır. Bu düşünceye göre varlık hem kendisi hem de karşıtı olamaz. Yani, karanlık aydınlık
olamaz. Oysa ki, biraz önce açıkladığımız gibi, karanlık ve aydınlık kavramları bizim algılama
gücümüzün sınırlı oluşundan ortaya çıkmış pratik kavramlardır.
Günümüzü düşünce tarzı büyük çapta var- yok ikilemi üzerine kurulu olduğundan özellikle batıda
bilim ve teknik büyük gelişme göstermiştir. Çünkü teknik geliştirmek için nesneleri tanımlamak ve onları
çevrelerinden yalıtmak, etiketleyip isimlendirmek ve dolayısıyla diyalektik mantık kullanmak gereklidir.
Bu sayede yeni aletler ve metotlar geliştirilir. Bu sayede teknoloji geliştirilir. Diyalektik mantık öylesine
yaygındır ki, tüm dünya bu mantık etrafında dönmektedir diyebiliriz.
İnsanlığın bugünkü durumundan hem başarısından hem de başarısızlığından diyalektik mantık
sorumludur dersek pek yanlış olmaz. Diyalektik mantık ya- veya mantığıdır. Klasik bilim tümüyle ya- veya mantığı üzerine kuruludur. Makineler ya- veya mantığı ile çalışırlar. Bir elektrik devresi ya açıktır veya kapalı. Bir musluk ya açıktır veya kapalı. Klasik ya veya mantığına göre bir nesne ya dalgadır veya parçacık. Hem dalga hem parçacık olmaz. Oysaki Kuantum kuramına göre her nesne hem dalgadır hem parçacık. Şu halde karşımıza yeni bir mantık çıkmaktadır. Bu da hem- hem mantığıdır. Ve kuantum fiziğinin kullandığı mantık sistemini içerir. Hem -hem mantığına göre karşıtlar mevcut değildir. Yani, bir kavram hem kendisidir hem de karşıtı. Arada kesin bir ayırım yoktur. Örneğin, canlı -cansız ayırımı tamamen bizim zihnimizde olan bir ayırımdır. Öyle varlıklar vardır ki hem canlı hem de cansız sınıfına dahil olur. Virüsler bu türden
canlılardır. Uygun şartlarda yaşayıp çoğalırlar. Uygun olmayan şartlarda kristal şekline dönüşüp
beklemeye geçerler. Yani virüs bir bardak veya bir kuartz kristali gibi etrafından herhangi bir besin
almadan yaşamını sürdürebilir. Yaşamını sürdürebilir, diyorum çünkü şartlar uygun olunca yeniden
canlanıp çoğalmaya başlar. Fakat akla şu soru geliyor: “Virüs kristal halinde iken şartların uygun
olduğunu nereden biliyor?” Eğer bir cam bardak gibi olsa çevresinin önemi olmaması gerekir. Cam
bardak için çevre önemli değildir. Fakat virüs çevresinden haberdar oluyor. Demek ki kristal halinde
dahi farkındalığı sürüyor. Farkındalığı olduğu sürece yaşamına devam ediyor. Öte yandan, en başta
dedik ki cansızlar da etkilere tepki ile karşı koyduklarına göre onlarda da bir miktar farkındalık vardır.
Eğer her türlü farkındalık canlılık alameti (ölçüsü) ise o zaman cansız varlık olmaması gerekir. Her
varlık belli bir ölçüde canlıdır. Maddeyi oluşturan atomlar dahi canlı sayılır. Elektronlar yörüngelerinde
dönmekte, atomun çekirdeği titreşip hareket etmektedir. Atom da elektrik ve manyetik kuvvetlere tepki
gösterir. Demek ki, basit anlamda farkındalık her nesnede olduğuna göre her nesne belli bir ölçüde
canlıdır. “Evrenin bize en büyük armağanı ve en büyük mucizesi olan yaşamın doğru algılanarak
yaşandığının veya iç güdülerle otomatik davranılarak ona gerçek değerinin verilmediğinin tek ölçüsü
farkındalıktır” denilebilir. Farkındalığı ilkel düzeydeki mantığı ‘ya- veya’ mantığı, ileri düzeydeki mantığı ise ”Hem- hem mantığıdır ” Hem -hem mantığını Mistik okulların hepsinde de bulmak mümkündür.