GÜNEŞ ÜLKESİ HORASAN
“Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez.
Toplu vurdukça sineler, onu top sindiremez.
Sen-ben desin efrat, aradan vahdeti kaldır,
Millet için kıyamet, o zaman haktır.” Mehmet Akif Ersoy
Horasan adı, Farsça kökenlidir “Güneş Ülkesi” ve “Güneşin Doğduğu Yer” anlamındadır. Eskiden Horasan’ın bir kısmı Türkmenistan, bir kısmı Afganistan bir kısmı da İran sınırları içinde kalan bölgenin adı idi.
Horasan, bütün yörelerden göç alan, kültürlerin harman olduğu, Türk-Fars-Hint ve İslam kültürünün sentez bölgesidir.
Tasavvuf, işte bu sentezin ürünüdür. Tasavvuf, insan nefsinin ıslahında birçok faydalar sağlamıştır.
Fakat aşırıya kaçıldığında, mezhep ve tarikatların daha alt düzeyde bölünmelerine ve parçalanmalarına sebep olmuştur. Tıpkı Hint kökenli olan “Panteizm yani Brahmanizm” gibi.
Toplumu sert bir tabakalaşmaya, ayrıştırmaya ittiği için bu inanıştan faydalı toplumsal sonuçlar çıkarılması mümkün olamamıştır. Brahmanizm insanları dünyadan el-etek çekmeye, kaderciliğe sevk etmiştir.
Oysa Sümer çağında, bu bölgede Sümer uygarlığına yakın muazzam bir uygarlık vardı. Bu beş bin yıllık uygarlığın izleri tüm haşmetiyle bugün bile görülmektedir.
Hayatının 20 yılını bu bölgede geçiren Pisagor, buradaki uygarlıktan nasibini almış olarak döndüğü ülkesinde, Sokrat-Eflatun ve Aristo’yu etkilemiş ve onlara yol göstermiştir.
Bu muazzam uygarlık ve gelişmişlikten miskinliğe, kaderciliğe, tembelliğe, gerilemeye düşülmesinin en önemli sebebi, din adamlarının devlet işlerine girmeleri, tarikatların sürekli bölünme ve birbirlerine düşman olmalarıyla milleti parçalara ayırmalarından kaynaklanır.
Ahmet Yesevi Hazretleri, Arap ve Fars kökenli hocaların dünyevi işlere karışmasına hep karşı çıkmış, fakat ikna edemeyince bunları terk edip, kendi şehri Yesi’ye dönmüştür.
Zeki Velidi Togan, “Türkistan” adlı eserinde Ahmet Yesevi Hazretlerinin bu hükmünü şöyle destekler:
“Din ile Devleti iki ayrı şey bilen Türk Şeyhleri, hocaların dünyevi işlere karışmasını kötü görürlerdi.”
Keşke bu güzel ülkeyi yöneten Bademler tarihimizi bilselerdi, biraz okusalardı, sorsalardı!
Türklerin atalarının 2500 yıl önce, din ve devlet işlerini birbirine karıştırılmasının o milleti böleceği gerçeğini göreceklerdi!
700 yıl önce “Tasavvuf, kendini bilme ilmidir” diyen Yunus Emre’yi okuyup anlayabilselerdi, yozlaşmış tarikat ve cemaatleri devlet işlerine karıştırmazlardı!
Yine Milli Şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un 100 yıl önce söylediklerini anlayabilseydiler, milleti ayrıştırmaya kalkmazlardı.
Günümüzde tarikat ve cemaatler o hale geldiler ki, birbirlerini dinsizlik-yalancılık-sahtekarlık-hırsızlıkla suçlamayanı yok gibi. Birbirlerini öldürmekten dahi çekinmezler. Birbirleri için söyledikleri en hafif hüküm; “Onların cenaze namazı kılınmazdır!” Tüm bu tarikat ve cemaatler, maddi ve siyasi güç kazanmak için Kur’an-ı Kerimi alet etmekten ve “Barış Dini” olarak gönderilen Yüce İslam’ı istismar etmekten geri durmamışlardır.
Tüm bu tarihi gelişimi, İslam’da ruhban sınıfı olmadığını, Allah’ın Peygamberimize bile sadece tebliğ görevi verdiğini, din ve devlet işlerinin ayrı tutulmasının şart olduğunu çok iyi bilen Büyük Atatürk, bu yüzden Lâiklik İlkesini anayasamıza yerleştirdi!
Atatürk’ün kurduğu partinin Genel Başkanı, Atatürk’ün yaptığının tam tersini yaparak, ülkede laikliği bitirecek “Diyanet Akademisi” yasasına olumlu oy verdirdi ve bir “Ruhban sınıfının” kurulmasına sebep oldu!
Bugün neden bu haldeyiz diye merak eden varsa “Lâikliği yeniden düzenledik” diyen Cumhurbaşkanına, “Lâiklik İlkesi Anayasadan çıkarılmalıdır” diyen TBMM Başkanına ve “FETÖ ile bizim menzilimiz aynıdır” diyen Cumhurbaşkanına bir daha ve dikkatle bakmalıdırlar.
Görmüyor musunuz? Dikkatli bakın lütfen, göreceksiniz…
Sağlık ve başarı dileklerimle 28 Aralık 2022
Rifat Serdaroğlu
DOĞRU Parti Genel Başkanı