BEN ÖLÜMLE DANS EDERİM

Zaten hayata ölü başlamışım ; söyleyenlerin yalancısıyım, doğduğum zaman ( ev doğumu) ağlama yok, nefes yok, renk mosmor, soğuk su, popoya şaplaklar falan ilk ciyağı ancak basmışım.Hoşgeldim hayat...

Yine söyleyenlerin yalancısıyım, sekiz aylık bir bebeğim, doğduğum Zonguldak ilimizin, Filyos nahiyesinde, bir gece gezisi sonunda, ailecek tren raylarının kenarından, rahmetli babam, canım anneciğim ve iki biricik abiciğim, ben anacığımın kucağında eve dönüyormuşuz.

Anneciğim, gece karanlığında uzun bir rayı farketmiyor ve ayağı şiddetlice raya takılıveriyor, annem bir tarafa annemin kucağından ben havaya, başka bir tarafa doğru savruluyoruz...

Canım Babam, bir kaleci çevikliğinde, ben beyin üstü yere düşerken son anda uçarak yakalıyor bendenizi.

Heyecanı oldum bittim severim.

İlk hatırladığım azrail yoklaması ise, ben on yaşındayken başıma geldi.

Ümraniye Recep Ağa sokakta yaşarız ailecek kendimi bildim bileli.

1976 yılında sokağın sonunda, Üsküdar Ümraniye minibüs hattı şöforlerine hitap eden bir oto aksesuarcısı açıldı.

O güzelim sakin sokağın, belki bozuma uğramaya başlamasının ilk adımıydı bu dükkan. Minibüsler, sokağın başından aşağısına kadar öyle bir kaptırırlardı ki, sanırsın ralli yarışındalar (herhalde sokağın bekar kızlarına hava atmaya çalışıyorlardı)

Çocukluk hali işte , bir öğle üzeri saklambaç oynuyoruz üç beş arkadaş.

Gudukların bahçesinden (ismi Turgut'tu ama her nedense Guduk diyorduk çocuğa) hızla fırladım sokağa doğru birilerini sobelemek için.

O kadar acı bir fren sesi duydum ki ve abartma yok minibüs sadece yedi sekiz santim bana kala durabildi. Herşeyi bugün gibi hatırlıyorum. Tekerleklerin altında kalmaktan saniye ile kurtulmuştum.

Şöfor, aşşağıya indi ve eli ayağı titriyordu. Birileri ödü patlayan bana su verirken, komşu teyzeler sokak içinde böyle hızlı araba sürülür mü diye adama kızıyorlardı. Çok korkmuştum...

Hatta o kadar korkmuşum ki, bu olay bende bir travma olarak kaldı ; İstanbul'un ilk taksi şöforlerinden Korsan İsmail'in yeğeni ben, hayatım boyunca ehliyet almaya, araba sürmeye niyetlenmedim.

Yaşasın sarı taksiler))

Yıl 1990. Denizcilik Fakültesini bitireli bir kaç yıl oluyor. Okyanuslar da fink atmaya başlamışım. Geminin ismi LARA-K

Görevim, henüz mesleğin başında olduğum için Dördüncü Kaptanlık.

Avustralya'nın Tasmanya adasının Burnie limanından kalkmışız, Pasifik'te Japonya'ya doğru yükseliyoruz.

Günlerdir, bir fırtınanın ortasında kalmışız, Allah düşmanıma böyle bir hava vermesin.

Pervanenin, boşta döndüğünde duyduğumuz vınlama sesi artık kulağımıza pelesenk olmuş.

Yükümüz çinko konsantre ; derdimiz yükümüze hasar getirmeden, onu deniz suyu ile ıslatmadan, bu fırtınadan kurtulmak.

İkinci Kaptanım, benden altı sınıf büyük, gözüpek, dürüst, insanoğlu insan , rahmetli İsrafil Türkocağı idi.

Bir sabah 06:30 gibi aradı beni.

Normalde sekizde vardiyamı almam gerek.

---Erhan günaydın, hava biraz maynaladı, sen kahvaltını erken yap, vardiyaya gel, ben de hemen güverteye çıkıp, sağı sola bakayım, ne alemdeyiz kontrol edeyim.

--- tamam abim, günaydın

Baş tarafta bulunan altı kişilik can salımız açılmış, günlerdir heran denize düşecekmiş gibiydi, herhalde onu toparlamayı tasarlıyor..

Onbeş dakika sonra, köprüüstüne geldim, vardiyayı teslim aldım.

Biraz sonra İkinci Kaptan İsrafil Abi ve İkinci Mühendis Civan Abi, halen (şiddetini azaltsada) varolan fırtınanın elverdiği ölçüde güverte de koşturmaya başladılar.

Saat onbir gibi, Süvari Bey köprüüstüne geldi. " ikinci Kaptan nerede" dedi. Ben " on çayına kadar güverte de olduğunu ama sonra onu görmediğimi" söyledim.

" bul ikinci kaptanı bana " dedi.

Salonu aradım, kamarasını aradım, olabileceği her yere ulaştım, yoktu ikinci Kaptan.

Arada sırada Kaptan onu bulmasın diye pilot kamarasında uyurdu, oraya da baktım, yine yoktu.

Süvari Bey'e ikinci Kaptana ulaşamadığımı söyledim

Sertçe" güverte de arayın " dedi

Fenerci Yusuf Usta'ya, Süvari Bey'in İkinci Kaptanı görmek istediğini, neredeyse bulmasını ve köprüüstüne gelmesi gerektiğini söyledim.

Yusuf Usta, yarım saat kadar sonra, köprüüstü iskele kırlangıç kaportasını açarak bana ve Süvari Bey'e hitaben

--- ikinci Kaptan gemide yok, dedi

Süvari Bey'in gözleri açıldı.

--- Nasıl yok?

--- her yere iki defa baktım, bulamadım Süvari Bey... Belki büyük bir dalgaya kapıldı, denize gitti.

Zerre kadar sevmediğim Süvari Bey ( o olayda halen onun kısmi hatası olduğunu düşünürüm

---- ambarlara bakın, dedi hiddetlice!!!!!

Yusuf Usta, on dakika sonra, güverteden, köprüüstüne bir kuş gibi çırpınarak haykırıyor...

---- İkinci Kaptan 4 no'lu ambarda bayılmış kalmış

Ben bunu duyar duymaz jet hızıyla koşmaya başladım. Tam merdivenlerin başında, Baş Mühendis Rahmetli Naci Akdağ beni gördü ( bir kaç yıl sonra başka bir gemide kalp krizi geçirerek Hakka yürümüş)

---- ne oldu evlat???

Koşmamı durdurmadan,

---- ikinci Kaptan 4 no'lu ambarda kalmış, diyebildim.

Nereden bilebilirdim, o tesadüfün hayatımı kurtaracağını!!!

Ambar girişine geldim, menholden kafamı uzattım, Avustralya merdivenlerinin ikinci platformunda yığılıvermiş Aslan gibi adam. Hiç bir şey düşünmeden, dik merdivenlerden onun yanına inmeye başladım. Hesabım, sırtlayacağım onu ve yukarı taşıyacağım.

Hatırladığım son şey, rahmetlinin yanına vardığımda, saçımın telinden, ayak parmaklarıma kadar, vücudumun şiddetli bir depreme yakalanmışcasına titremeye tutulmasıydı. Ondan sonrası yok.

Sonradan öğreniyoruz, ambarda ki yük, çinko konsantre...

Kapalı bir mahalde, bütün oksijeni absorbe ediyor ve arsenik gazı yayıyor ortama.

Bir dakikada şuur kaybı, beş dakikada ciğerler paramparça.

Rahmetli Naci Çarkçıbaşım, benim peşi sıra koşuyor.

Tabii ki benim gibi tecrübesiz değil...

Hemen ambara yakın bir yerde bulunan solunum cihazını donanıyor, benim peşimden aşağıya iniyor.

İner inmez anlıyor, ikinci Kaptan çoktan Hakkın rahmetine kavuşmuş, bende nefes var, kucaklıyor beni, hızlıca menholün başında duranlara uzatıveriyor bedenimi.

Ağızdan burundan kan gelmiş, o deli titreme ile dişler paramparça bende... Açık havaya çıktıktan sonra şuurum yerine geliyor, gözlerim açılıyor.

Eğer olay yerine koşarken, Naci Abiyi görmesem, eğer solunum cihazı yakınlarda bir yerde olmasa yoktum ben..

Rahmetli İsrafil Abi, on çayında Civan Abi ile beraber yaşam mahalline dönüyor.. Civan Abi, makinede ki bir problem için Makine dairesine iniyor.

Rahmetli ne düşündüyse, kamarota " bana bir limonlu su hazırla, beş dakika sonra gelirim" diyor

Azrail çağırıyor... Yükte hasar var mı ıslandımı baabından

( muhtemel Kaptan, bir ara yükü kontrol et demiştir, yoksa neden bize ambarlara bakın desin, ama o bunu hep reddetti) kimseye birşeyler söylemeden, hiç kinseye haber vermeden, hayatının en son hatasını yapıyor ve menholden ambara iniveriyor.

Bulduğumuzda bir buçuk saattir oradaydı, çoktan son nefesini vermişti.

Cansız bedeni gğverteye çıkartıldığında, ikinci Mühendis Canım Civan Abim onu hayata döndürmek için 45 dakika vazgeçmeden suni teneffüs yaptı ölü olduğunu bile bile.

Nasıl zor bir şeydir, bilirmisiniz, aylardır bir gemide beraber çalıştığınız arkadaşınız, kaderdaşınız, denizdaşınızı eski çarşaflardan yapılan kefene cansız bedenini yerleştirip, geminizin buz odasına koymak.

On küsur gün sonra, Japon yetkililere cenazeyi teslim ettiğimizde hüngür hüngür ağlıyordum.

Aylar sonra olayı soruşturmaya gelen sigortanın avukatı bir İngilize ifade verdik. Adam aldı notlarını, sonra bana dönerek dedi ki ; ben her ay en az iki üç defa bu tür olayların soruşturmasını yapıyorum...

Genelde ölümler, iki üç dört kişi oluyor... Bu olayda sen hayatta kalmışsın, şanslısın....

Şimdi Gemi Kaptanıyım... Şeker yükü, kakao, ve hatta fabrikadan yeni imal edilmiş demir çelik ürünlerini dahi taşıdığımızda, ambar kapakları kapalı olduğunda personelime ambara girmeyi yasak ediyorum.

Muhtemel, yaşadığım bu kötü anımı bilmediklerinden, Süvari Bey çıldırdı diye düşünüyorlardır...

Gemi işlettiğim seneler... Bildiğin iş adamı oldum hiç hesapta yokken. Aaaaaaa para kazanmak bu kadar mı kolaymış, şaşkınlığı ve şımarıklığındayım.

Adım adım gemiyi takipteyim.

Nikolaev Ukrayna yüklemesi yapacak gemi. Suriyeli Kaptana, mesleki olarak güvenmediğim için Nikolaev şehrine vardım. Geminin yanaşması bir kaç gün geciktiği için, merkezde bir otel de kalıyorum. Otel ile canlı müzik yapan Bixi Barbeque Club yürüyerek iki dakika mesafede... Akşamları barda, tiril tiril kadife beyaz gömleğim, siyah rugan ayakkabılarım, ciks hallerim ile oturuyor ve gecenin finali için piyasa yapıyorum...

Güzel bir kaç gün-gece geçirdikten sonra, o son akşam geldi çattı.

Bazen gece planladığın gibi gitmez. Mekan kapandı-kapanacak, ancak anlaşılan o ki, iki dakika mesafede ki otelime bu gece tek döneceğim.

Alkol kumandayı aldı eline...

Olur mu yahu, bu saatte otele mi dönülür moduna girdim...

Eski zamanlardan bildiğim, Nikolaev Oteli'nin girişinde 24 saat açık bir bar vardı. Dur ona bir uğrayayım, sonra dönerim otele dedim ( alkol dedirtti).

Taksi ve beş dakika sonra, o bardayım.

İn cin top oynuyor. Bir adam masanın birinde tek başına içiyor... Barda ise iki barmen kız var... İlişiverdim bar taburesine... Kızlarla konuşmaya sonra şakalaşmaya başladım. Keyifler gıcır, ukalalığım had safhada...

Her aldığı vodka shut sonrası bolca bahşiş bırakan bu müşteriden kızlarda memnun.

Taaaa ki...

Silaha mermi sürülme sesi duydum.. O arkada tek başına demlenen vatandaş ( sonradan öğrendim iki şişe vodkayı tek başına bitirmiş manyak ) herhalde o havalı hallerime, kızlarla olan geyiğime, sarhoş kafaya, kafayı taktı ki, mermi namluda silahı beynime dayadı...

Nasıl Rusça küfür ediyor avaz avaz ve parmak tetikte...

İkimizde ayaktayız, o halen çok sarhoş ama ben dört kollunun korkusundan ayıldım bile. Bir eli boğazımda, öbür elinde silah...

Gözgöze geldiğimde anladım ki, hayatta neden nefret ediyorsa, bende görüyor o an... Şakası yok, vuracak bu herif beni.

Kızlar çığlık atıyor, olmuş gecenin belki ikisi... Herif, halen tek kelimesini anlamadığım argo bir Rusça ile bana sövüyor...

Beni kendisine doğru iyice bir çekti. Kafayı gömüverdi yüzümün ortasına.

( burnumda ki yamukluk o günün hatırasıdır )

İki metre öteye savruldum. Yerdeyim.

Silahı doğrulttu bana, ayaklarımdan vurma niyetiyle iki el ateş etti... O kadar sarhoş ki, tutturamadı. Öylesine şanslıyım ki , ayaktan vurma niyetiyle attığı kurşunlarla alnıma da delik açabilirdi. Sonra Barın kapısını tekmeyle açtı, elinde silah koşa koşa gitti oradan...

Şimdi kıssadan hisse : çamurlu yollarda dolaşırsan ayakkabıların kirlenir.

Adam gibi, iki dakika yürüsem, otelime dönsem, bu acayip olay başıma gelmeyecekti... Fakat, bildiğin belayı aradım, umarsızca... Ama bir de şu var, 13 yıl önce olan bu olayı yaşamasam sizinle paylaşamayacak ve çamurlu sokak, ayakkabı muhabbetini sizlere yapamayacaktım)))

Geminin ismi SELİ-1

İlk kitabımda " EN HÜZÜNLÜ HİKAYEM" isimli yazımda o gemiye ait anıları uzun uzun yazmıştım...

Delicesine bir fırtınada, makinesiz kaldım, gemime kumanda edemedim, ona hakim olamadım, karaya kayalıkların üstüne oturduk.

Muhtemel parçalanacak gemimde, Personelimi hayatta tutmak için, (Allah hiç bir gemi Kaptanı'na o dehşeti yaşatmasın) GEMİ TERK emri verdim.

O saatlerce süren felakette, köprüüstüne topladığım bütün personelimln gözlerinde, şoku, ölüm korkusunu, Allah' a dua ve yalvarmalarını gördüm.

O gece bende Allah'a yalvardım : eğer bir cenaze çıkacaksa, İlkönce benim canımı al Allah'ım dedim.

Şükürler olsun, Azrail yine teğet geçti, tek bir personelin tırnağına halel gelmeden o hengameden kurtulduk

Ve son ölümle dansımı, tam 11 ay önce yaptım.

Gemi ile Galveston / Amerika limanında bulunduğum 11 ocak - 16 ocak 2021 tarihleri arasında, üç gün beraber çalışmak zorunda kaldığım, Bulgar kökenli bir Amerika'lı kargo Surveyor'den yüklüce covid virüsü aldım.Kronik bir rahatsızlığım olmamasına, sigara içmememe, kalbimin oldukça sağlam olmasına rağmen, virüs yükü muhabbetinden, çok ağır geçirdim lanet hastalığı... Tesellim, gemide bir Allahını kuluna bulaştırmadım virüsü...

Galveston limanından hareket ettikten sonra 20 Ocak günü Panama Kanalından geçtik... O gece bende Covid belirtileri başladı... Ancak konduramadım ki kendime... Grip niyetiyle antibiyotik içmeye karar verdim... Şöyle şanslıyım, varış limanımız Panama Kanalına sadece iki gün mesafede olan Guayaquil Ekvator limanına gidiyoruz... Eğer Pasifik geçişli bir ay sürecek varış limanı Çin, Japonya Kore olan bir sefer yapsaydık, şimdi bu hikayeyi size yazamıyor olur ve o seferi ancak geminin buzluğunda tamamlayabilirdim.

Diğer yazılarım da uzun uzadıya anlattım covid günlerimi... Yoğun bakımda geçen altısı koma toplamda 12 gün, hayatımı dipten köşeden değiştirdi. Gözümün önünde patır patır ölen covid hastalarını, doktorların ve tüm sağlık ekibinin insanları yaşatmak için çırpınmalarını (bu para ile ölçülemez ancak insanı sevenlerin yapabileceği bir meslek)

Entube işe yaramayınca, boğazımda oksijen transferi için açtıkları o deliğin bende ömür boyunca kalacak yara izini,

yaşamaktan vazgeçtiğim bir gece. nöbetçi yoğun bakım doktoru Kolombiyalı Marianna Hanımın, vazgeçmeye hakkım olmadığını, bu hayatın sadece benim değil, sevdiklerimede ait olduğunu Google Translate yardımıyla bana anlatıp beni motive etmesini, komada ki günlerin birisinde artık doktorumun yaşayacağımdan umudu kalmadığı için, acentamı arayıp " Comandante bu geceyi çıkaramaz" demesini nasıl unutabilirim.

Şükür olsun, kefeni yırttım...

Her koşulda yaşamak güzel, gülmek ayrı bir zevk... Atmak gerek hayattan ego ve stresleri, dilediğini yapmalısın elinden geldiğince. Ve en önemlisi, kırmamaya çalışmak gerek kalpleri...

Buna rağmen önümüzde ki en az 35 - 40 yıl kazık çakmayı düşünüyorum dünyaya.. Ama yaş iyice ilerleyince huysuz bir dede olurum illa ki...

En iyisi 90 civarı bir huzur evine yatarım, huysuzluğum ile kızlarımı bezdirmemek için. Ve şimdiden hayaller kuruyorum huzurevi günlerimde, orada kalan yetmişbeşlik çıtırlar ile flörtler edeceğim, çünkü hep yaşamayı seveceğim

Erhan Şengül

Krivoy Rog /Ukraine

24 Aralık 2021