DOLAR 34,5467 0.18%
EURO 36,0147 -0.62%
ALTIN 3.005,411,48
BITCOIN 3405996-0,60%
İstanbul

ŞİDDETLİ YAĞMUR

02:00

İMSAK'A KALAN SÜRE

Sedat Şenermen

Sedat Şenermen

21 Mayıs 2024 Salı

İstiklal Savaşı Manifestosu!

İstiklal Savaşı Manifestosu!
0

BEĞENDİM

ABONE OL

ATATÜRK’TEN İSTİKLÂL SAVAŞI MANİFESTOSU: 9 Mayıs 1920 İslâm Dünyasına Beyanname

Mustafa Kemal, 23 Nisan 1920’de Özgürlük ve Bağımsızlık /Hürriyet ve İstiklâl Savaşını yürütmek üzere, Türk Milletinin toplumsal ortak/birleştirici aklıselimini T.B.M. Meclisi’nde kurumsallaştırarak törenlerle ve

Ya Rabbi, Sen Türk ordusunu muzaffer et. Türklüğün, Müslümanlığın düşman ayakları altında çiğnenmesine müsaade etme!” [1] duasıyla açılışını yapmıştı.

Sıra, TBMM öncülüğünde Kurtuluş Savaşı’nı başlatmaya gelmişti. Bu “Özgürlük ve Bağımsızlık Savaşı’nı” Türk Milleti olarak kimlere karşı, ne için, nasıl ve ne şekilde gerçekleştirileceğinin gerekçesini/meşruiyetini açıklamak üzere Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal imzasıyla aşağıda sunacağımız beyanname ile yayınlamıştır.

9 Mayıs 1920’de yayınlanan beyanname, Kur’an’daki evrensel değerleri de içeren beş ayeti esas alıyordu.

Tevrat-İncil Haçlı İttifakı’nın 1897 İsviçre’nin Basel kentinde aldığı karar uyarınca “İsrail Devleti”nin kurulması projesi kapsamında, Osmanlı İmparatorluğu’nun tasfiyesi için başlatılan I. Dünya Savaşı sonunda 30 Ekim 1918’de Mondros Ateşkes Antlaşması imzalandı. Daha sonra bu ve dayatılan Sevr Antlaşması çerçevesinde Anadolu çeşitli bölgelerinden Fransızlar, İtalyanlar, Yunanlılar İngilizler tarafından işgal edilmeye başlandı. 15 Mayıs 1919’da Yunanlıların İzmir’i işgali tüm yurtta büyük infiallere neden oldu. Peşinden İstanbul’un İngilizler tarafından işgali ise bardağı taşıran son damlaydı. Bu emperyalist uygulamaya asla boyun eğmeyecek olan ve karşılaşılan durumun önemini kavrayan Kuvayı Milliyeciler Mustafa Kemal önderliğinde harekete geçtiler. Bu küresel İngiliz egemen kapitalist emperyalist tertipten ancak milletçe bir Kurtuluş Savaşı ile çıkılabilirdi ve o gerçekleştirilmeliydi. Bu düşüncelerle 23 Nisan 1920’de, Ankara’da, Türk Milleti’nin ortak aklının kurumsallaştırılmasının bir ifadesi olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi açıldı ve Kurtuluş Savaşı’nın bu Milli Meclis ile yürütülmesi kararlaştırıldı. Yurt çapındaki örgütlenme önce Amasya Genelgesi ile “Milletin istiklâlinin yine milletin azim ve kararı ile kurtarılacağı” dünya kamuoyuna duyurulduktan sonra, yurt sathındaki örgütlenme Erzurum, Sivas Kongreleri ile tamamlandı; öncü kuruluş T.B.M.M’nin açılışıyla milli bütünlük ve ulusal dayanışma en üst düzeyde gerçekleştirildi. Daha sonra ise T.B.M. Meclisi’nin önderliğinde karşılaşılan küresel büyük komplo ki, üçüncü aşaması günümüzde BOP (Büyük İsrail’i oluşturma projesi) olarak sürdürülen “Mesih Planı”na karşı, “milletin bağımsızlığı ve misakı milli sınırları içinde vatanın bölünmez bütünlüğünü sağlamak” üzere Kurtuluş Savaşı’nın manifestosu, aynı gün biri “Millete Dâhili Beyanname”, diğeri “İslâm Âlemine Beyanname” şeklinde Anadolu Ajansı tarafından yayınlandı.

T.B.M. Meclisi’nde Kabul Edilerek Yayınlanan

İSLÂM ÂLEMİNE BEYANNAME

“İslâm Dünyasına!”

“Bütün bilim ve irfan ustalarının ve hakikatlerin yapısına tanışıklık zevki olanların bildikleri üzere, bütün âlemler; Hâkimi lâyezal ve âlimi Zü’l-Celâl Hazretlerinin (Yok olmaz, sonsuz büyüklük ve azamet sahibi Allah’ın) ilâhi adlarının ortaya çıkan görüntülerinden ve kusursuz ve yüce sıfatlarından ibarettir. İnsan türü ise, belirtilerin ve eserlerin özü ve parçasıdır. İnsanda dünyayı bayındırlaştırma, toplumu yönetme gibi hilâfet sırrının görüntüsünün tamamı, bu suretle Nizam-ı Âlemin mükemmel çehresi üzere bekası (yeteneği vardır)! İnsanın sahip olduğu on iki tür kuvvetin dengesine ve adaletine ve bunun ortaya çıkması ise yaratıcısına ibadet, her hususta adalete riayet, kanun koyucu sayılan ulemanın şer’i hükümlerine ve İslâm siyasetine uygun olarak beyan ve tebliğ edeceği emre itaat gibi iyi ahlak sahibi olmasına ve hakkın diyanetine sımsıkı sarılmalarına bağlıdır.”

1. Bağımsızlığımızı İhlâl’le Ülkemizi İşgal Eden İngiltere ve Bağlaşıklarına Karşı KUR’ANCA HAREKET BİÇİMİMİZ Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır! Ve onlarla en güzel şekilde mücadele et.”(Nahl/125)

“Dolayısıyla şeriat/kurallar koyan en yüce ve en kutsal Allah Hazretlerinin ümmeti hikmetle ve güzel öğütlerle ve beğenilen tartışma ile irşadı emreden, “Rabbinin yoluna hikmetle (zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş ilkelerle) ve güzel öğütle çağır! Ve onlarla en güzel şekilde mücadele et.”(Nahl/125)  yüce ayetiyle ulu buyruklarına uygun olarak; düşmanlarımızdan İngilizlerin sırf İSLÂM’I YERYÜZÜNDEN KALDIRMAYI AMAÇLAYAN HAİNLİĞİyle halifelik ve saltanat merkezimiz olan sevgili İstanbul’umuzu işgal ve şanlı halifemizi esaret altına almak yolu ile Millî Bağımsızlığımızı ihlal ettiklerine karşı BİZ MÜSLÜMANLARIN DİNİ MÜBİNİMİZİN EMRETTİĞİ DAİREDE ne suretle hareket etmesi lazım geldiğini ilan ve beyana zorunluluk ortaya çıkmıştır.”

2. “Sizinle Savaşanlarla Allah Yolunda Siz De Savaşın!” (Bakara/191)

Ey İslâm Milleti! Din ve yurdumuza saldıran ve sizi ülkenizden çıkaran düşmanlarınızı nerede bulursanız, onları, sizi çıkardıkları gibi çıkarınız ki onların sizi ülkenizden çıkarmaları bir fitne olup, “fitne ise katilden /öldürmekten daha kötüdür” anlamında olan “Ve sizinle savaşan kimselerle Allah yolunda savaşın ölün, öldürün-. Ve haddi aşmayın. Şüphesiz Allah, haddi aşanları sevmez.’ ‘-Ve onları nerede yakalarsanız öldürün, çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın. Ve fitne, öldürmeden daha şiddetlidir” (Bakara/191) Allah kelamı kapsamında ateşkesten sonra DÜŞMANIN ELİNE GEÇMİŞ OLAN ÜLKEYİ GERİ ALMAK ve DÜŞMAN PİSLİĞİNDEN TEMİZLEMEK İÇİN kuvvetli bir azim ve imanla çalışma ve gayretten daha makul ve daha meşru/ hukuki hiçbir hareket zihinde canlandırılamayacağına göre! İstanbul ve İzmir ile diğer işgal altında bulunan VATANIN KURTARILMASI şer’i/hukuki lüzumuna dayanarak! MİLLETİN UYANIŞ SİNESİNDEN DOĞMUŞ OLAN KUVAY-I MİLLİYE’NİN HAREKETİ HER YÖNDEN ŞER’İ ŞERİFE UYGUN olmakla beraber düşman âlemi gözünde HAYAT HAKKINA SAHİP OLDUĞUMUZU İSPATA YETERLİ bir meseledir.” 

“Şundan dolayıdır ki

** Müslümanların halifesi olan hazretin halifelik ve saltanat makamı İstanbul, padişahın isteğine aykırı olarak düşman devletlerince kesin biçimde işgal edilmiştir.

** İslâm askerleri silahlarından soyutlanmış ve kimileri haksız yere öldürülmüş ve

** Halifelik merkezini korumaya çalışan bütün istihkâmlar, kaleler ve öteki savaş araçları alınmış,   

** İstanbul’da sıkıyönetim uygulayarak,

** Savaş mahkemeleri kurarak,

** İngiliz yasaları ile İslâm milletini yargılayıp cezalandırarak halifenin yargılama hakkına el koymak,  

** Ve işgal altına alınan yerlerdeki Müslüman olmayan uyruklarla ortaklaşarak, İslâmları öldürmek,

** İslâm kız ve kadınlarının ırz ve namusunu yırtarak  

** Ve Müslümanların kutsal saydıklarını hor görerek,  

** Allah’ın kitabı ile alay edildiği söylentileri yoğunlaştığından, zorunlu olarak bunlarla ilgili bilgiler alıyor ve önümüzde gelişen bu olaylara tanık oluyoruz.”     

** İslâm’ın can düşmanı ve bütün İslâm toplumunun amansız cellâdı olan İngilizler İslâm halifeliğini de ortadan kaldırarak bütün dünyaya egemen olmayı,  

** Ve Müslümanları da toptan yok etmeyi karar altına almışken BUNLARLA SAVAŞMAMAK MÜSLÜMANLIĞA AYKIRI DÜŞER.

Milletimiz, İslâm’ın yüce gerçekleri ve Osmanlı’nın örnek niteliklerinden önemli eserleri taşıyışı ve Allah’ın yaratılış olarak bağışladığı pek değerli yetenekleri taşımasına karşın, ivedi kurtuluşuBİRLİK OLMADA ARAYAN aylardan beri yörelerini sarmış olan korkunç baskıları altında kanaya gelen yüreklerden ülkenin kurtarılışı ve halifelik, MİLLET VE ÜLKENİN BAĞIMSIZLIĞINA YÖNELİK çabasındaki yurt hareketlerini istekle, doğru yolu görerek kucaklamış ve her yerde silahlanarak harekete hazır duruma gelmiştir.”

3. O Halde Vuku Bulacak Taarruza Karşı Hep Birlikte Allah’ın İpine/Kur’an’a Sıkıca Sarılın” (Âl-i İmrân/103)

Apaçık din olan İslâm’ın bu konudaki hikmetle ilgili naslarını yaymak ve genelleştirmekle bağımsızlığını korumak ve halkı aydınlatmak doğrultusunda din buyruklarına uyarak oluşan önemli farizaları takip ve her ihtimale karşı yapılacak saldırıyı kırmak için;

Ey iman etmiş kimseler! Allah’a nasıl takvalı davranmanız gerekiyorsa öyle takvalı davranın ve ancak Müslimler olarak can verin. Ve hep birlikte ALLAH’IN İPİNE /KUR’AN’A SIKICA SARILIN, AYRILMAYIN ve Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın” (Âl-i İmran/103) Allah’ın yüce buyruğu gereğince;

** Ümmeti birleşmeğe yönlendirerek

** Dost ve düşman gözünde din ve devleti her türlü hata ve kötü günden korumak ve

** Milletin temelini hayat felsefemize uygun olarak kurmak zorunluluğu doğuyordu. Bu zorunluluksa gerek dinî ve gerekse millî toplumsal yeteneklerimizden dolayışimdi de gelecekte de ülkenin ve milletin esenliği için İslâm ileri gelenlerine düşüyordu. Bu sırada millet, bütün olarak bu yüce hizmete girmek duygusuyla dolmuş, Ankara’da bir Millet Meclisi açılmasını uygun görmüş ve Allah’ın yardımıyla Nisan’ın yirmi üçüncü Cuma günü de görüşmeler başlamış ve bu saate kadar da toplantımızın özüne uygun hizmetlerde bulunmuştur. Böyle önemli bir anda İstanbul çevresinde hayvanî duyguları insanî anlayışlarına üstün gelen bir takım soyu bozukların İngiliz üstünlüğü ve baskınlarından yararlanarak yüce yetkiler alma isteklerinden dolayı bu uyum ve birliği bayağı bir ayaklanma türünde gösterip birtakım çapulcuları yabancı parası ile doyurmaya çalışarak ve Anadolu’nun birtakım yerlerine göndererek Müslümanlar arasında gözyaşı dökme kışkırtıcılığı yaptıkları bin türlü kötülemelerle anılan üzücü olaylardandır.

4. “İyilik ve Takva Üzere Güçbirliği Yaparak Birleşin” (Mâide/2)

“İnsanların yaratılıştan çıkarcı olmaları dolayısıyla kişisel kazanç sürekli yeğlenmekte ve bu da olağan bir durum sayılmaktadır. İnsanların bu durumlarından dolayı Allah Kur’an-ı Kerim’inde “Teâvün’ü/yardımlaşmayı” şu ayetle bildiriyor:  

Ey iman etmiş kimseler! … Ve iyilik ve takva üzerinde yardımlaşıngünah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın. Ve Allah’a takvalı davranın. Hiç şüphesiz Allah azabı/kovuşturması çok çetin olandır.” (Maide/2)

“Bu ayetin geliş nedeni, dünya çıkarlarında Müslümanlar arasında dayanışmanın temelinigüç birliğini kurmak ve onu sağlamlaştırmaktır. Her zaman Müslümanlar için uyulması gereken bu dinî kuralları böyle anlarda korkusuzca bozmaya çalışan ve Müslümanlar arasına bölücülük sokan ve bozgunculuk tohumları saçarak İslâm’ı birbirine boğazlatmak gibi kötülükleriyle ortaya çıkan bozguncular, milletin ulu amacını başka bir yönde göstermekte ve özlemlerini bu aşağılık yolla düşlemektedirler. Ama güvenmek gerekir ki; bu gibi lânetli telkinlerin milletin arasında yer bulamayacağını tayin ve takdirden aciz olan satılmışlar, çok iyi bilmektedirler ki, gaflet ve cinayetlerinin derecelerini sonucun ortaya çıkmasıyla anlayacaklardır.” 

5. Mücadelede, Düşmandan Gelecek Psikolojik Savaş İçerikli Fitne ve Algı Operasyonuna Dikkat Gerekir

“Allah buyuruyor ki; “Ey iman etmiş kimseler! Eğer fâsığın biri size bir haber getirirse hemen araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa sataşırsınız da -zarar görürsünüz de- yaptığınıza pişman olanlar olursunuz.” (Hucurat/6)[2]

“Yani bu ayetle özet olarak denilmektedir ki; “Size bir fâsık gelir de kötü bir haber getirirse, o haberi iyi inceleyiniz, incelemeksizin bir girişim yapacak olursanız, kötülüklere bulaşır ve sonra pişman olursunuz… Bu nedenle her işitilen sözlerin incelemeden doğruluğuna inanmak, hele bozgunculuk türündeki sözleri olduğu gibi benimsemek şu kritik anda pek zararlı olsa gerektir.

“İşte bunlar, bizim için ibretli olmalı, bütün dünyadaki üç yüz milyonu aşkın Müslüman’a bir sığınak kalmışsa, o da burasıdır Buranın (vatanınve milletin bağımsızlığını koruma işinde milletimiz sağlam bir yapı gibi kenetlenmiş olupALLAH’IN YARDIMINA KAVUŞMAYI DİLEMELİDİR. TEVFİK ALLAH’TANDIR. VE SELÂM DA HÜDA’YA UYANLARADIR.[3]

Millete, Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal’in imzasını taşıyan bu beyanname ile kuruluş ve var oluş nedenini açıklayan T.B.M.M. amacına ulaşacağı yol pusulasını da hemen tespit etmiştir. Bu nedenle İcra Vekilleri Heyeti, öncelikle “Teşkilatı Esasiye Kanunu Layihası”nı 18 Eylül 1920’de T.B.M.M’ne sunmuştur. Sonraları “Halkçılık Programı” adıyla anılan bu tasarının içeriğini açıkladığı konuşmasında; Gazi Mustafa Kemal, önerdiği yönetim biçimini şöyle özetlemiştir:

Böyle bir hükümet, hâkimiyeti milliye esasına dayanan bir halk hükümetidir.”[4] 

Aslında Halkçılık Programı öncelikle emperyalizme karşı bir savunma projesi ve sonra da bağımsızlığa ulaşılmasının ardından, ülkede yürürlüğe konulacak yeni rejimin önüne koyacağı görevlerin bir listesi konumundadır.[5]

İşte bu program, TBMM’de yapılan tartışmaların ardından, Encümen-i Mahsus adını taşıyan bir komisyon tarafından incelenmiş ve bunun ilk dört maddesi ayrı bir beyanname haline getirilmiştir. Beyanname, Birinci Büyük Millet Meclisi tarafından aynen kabul ve ilan edilmiştir. Metnin içindeki şu iki paragrafın -ki Halkçılık Programı’nın Maksat ve Meslek başlığını taşır- titizlikle yorumlanması gerekmektedir:

Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, milletin hayat ve bağımsızlığını kurtarmayı yegâne ve mukaddes gaye bildiği halkı, emperyalizm ve kapitalizm tahakküm ve zulmünden kurtararak irade ve hâkimiyetin hakiki sahibi kılmakla amacına ulaşacağı inancındadır.”

Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, milletin hayat ve bağımsızlığına suikast eden emperyalist ve kapitalist düşmanların tecavüzlerine karşı müdafaa ve harici düşmanlarla işbirliği yapıp milleti aldatmaya ve ifsada çalışan dâhili hainlerin cezalandırılması için orduyu sağlamlaştırmayı ve onu milli bağımsızlığın dayanağı bilmeyi borç sayar.”[6]

Konumuzla doğrudan ilgili olan Halkçılık Programının dördüncü maddesi “hükümetin; halkın maruz bulunduğu sefalet sebeplerini gidererek saadet ve refahın gereklerini temin etmeyi esas ilke olarak benimsediğini” belirtmektedir. Hükümet bu doğrultuda toprak, eğitim, adliye, maliye iktisat ve genel olarak toplumsal sorunlarda, halkın gereksinimlerine göre gereken yenilikleri yapmayı başlıca görev saydığını vurgulamaktadır.

Halkçılık programı Kurucu Meclis’in üstlendiği görevleri açıklıkla ortaya koyduğu kadar, kurulmakta olan milli devlet ordusunun işlevinin önemini de vurgulamaktadır.

Bağımsızlığın özellikle korunması zorunluluğuna ilişkin bu belirlemelerin, salt o günlerin koşullarıyla sınırlı bulunduğu ileri sürülemez. Hemen belirtilmelidir ki emperyalizmin; ülkemizin bağımsızlığına yönelttiği tehditler günümüzde, Halkçılık Programı’nın hazırlandığı günlerdekinden daha da ağırdır.[7]  

104 yıl önce yayınlanan bu beyannameyi, o günkü günlerde içerdiği İngiliz egemen kapitalist emperyalizmin ülkeyi askerî işgali ile yapılan zulümleri; günümüzde BOP kapsamında içerden-dışardan kuşatılan cennet vatanımızın ABD egemen emperyalizmin dost/müttefik/stratejik ortak görünümündeki sivil işgalini karşılaştırarak değerlendirmek, milli uyanış, ulusal direniş bağlamında çok değerli/önemli, anlamlı olacaktır. 

***

Kaynakça

[1] Sinan MEYDAN, Bir Ömrün Öteki Hikâyesi Atatürk, Modernizm, Din ve Allah, İstanbul, 2002, Toplumsal Dönüşüm Yayını, s.157.

[2] Atatürk’ün Anadolu Ajansını kurdurmasının nedeni, Türk kamuoyunu yanlış yollara sürükleyecek, milli birliği tehlikeye düşürecek iç ve dış yayınlara karşı milleti uyarmak, ulusal bağımsızlık savaşını başarıya götürecek karar ve hareketleri, alınan kararları günü gününe halka ulaştırmak, hükümetle halk arasındaki bağlantıyı sağlamaktan kaynaklanmıştı. (Prof.Dr. Yücel ÖZKAYA, Milli Mücadelede Atatürk ve Basın, İstanbul, 2001, Cumhuriyet Kitapları, s.7)

[3] Bu beyanname BMM Şer’iye ve Evkaf Komisyonunca hazırlanmış, T.B.M.M. Reisi Mustafa Kemal imzası ile “Millete Beyanname” olarak yayınlanmıştır.

Hâkimiyet-i Milliye, 1. yıl, No: 29, 1 Mayıs 1920;

Atatürk’ün Bütün Eserleri, İstanbul, Kaynak Yayınları, Cilt: VIII, s.198, 201; Zekâi GÜNER – Orhan KABATAŞ. Millî Mücadele Dönemi Beyannameleri ve Basını, Ankara, 1990, Atatürk Kültür Merkezi Yayını, s.15-18;

Mustafa ONAR, Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı Yazışmaları, Ankara, 1995, Kültür Bakanlığı Yayını,  Cilt: II,  s.133-136.

Sedat ŞENERMEN, Gazi Mustafa Kemal’in İslam/Kur’an Kültürü, İstanbul, 2013, 2.Baskı, Togan Yayınları, s.38-43;

Yard.Doç.Dr. Abdurrahman KASAPOĞLU, Atatürk’ün Kur’an Kültürü, İstanbul, 2008, İlgi Kültür Sanat Yayını, s.40-42;

DR. Bekir BİÇER, Modernist Müslüman Mustafa Kemal, Ankara, 2008, Ebabil Yayınevi. 

[4] İsmail ARAR, Atatürk’ün Halkçılık Programı, İstanbul, 1963, Baha Matbaası, s.9.

[5] Prof.Dr. Cahit CAN, Cumhuriyet Devrimi ve Öngörülemeyen Bugünü, İstanbul, 2011, Kaynak Yayınları, s,28.

[6] Halkçılık Programı, Maksat ve Meslek, madde:4, Atatürk’ün Bütün Eserleri, İstanbul, 2002, Kaynak Yayını, Cilt: 9, s.324.

[7] C.CAN, a.g.e., s.30.

Devamını Oku

“Düşünen Toplum” Olmak

“Düşünen Toplum” Olmak
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Düşünen Toplum” olmak, özellikle ve öncelikle insan olmanın da, uygar olmanın da geleceğimizin de teminatıdır.

Bizim şiarımız akıl, mantık, zekâ ile hareket etmek oldu. Ben makul olmayan bir şeyi hayatımda asla düşünmedim. Bütün hayatımızı dolduran olaylar bu gerçeğin kanıtıdır. İnsan dediğin aklını kullanarak, muhakeme ederek iş görmeli, bunu alışkanlık haline getirmelidir.[1] ATATÜRK

Çağımızda artık her zamandan daha çok yaşamın her boyutu mantıklı sistematik düşünme üzerinde gelişmektedir. Her tür emperyalizme karşı olmanın/durmanın tek yolu, onların sahip oldukları bilgi, bilim, teknolojik veri ve güçleri üretmektir. Bu gücün temelini toplumsal ortak kurumsal aklıselim ile çağdaş düşünmekle oluşturabiliriz.

Atatürk, çağdaş akılcı ve bilimsel düşünmeyi yüz yıl önce Türkiye’de başlatmıştır. Fakat aradan geçen zaman diliminde bu düşünme biçimi topluma öğretilemedi.

Türkiye, çağdaş düşünmeyi yakalayamadığından dolayı bu topraklarda insanlığın çağdaş çizgisi tarafından tehdit olarak görülüyor. Bu nedenle bu topraklardan sürülmek isteniyor.

Türkiye, çağdaş, akılcı ve bilimsel düşünmeyi yakalaması durumunda, ileri dünyada oluşan felsefi ve bilimsel yorgunluğun duyduğu yeni insan malzemesi ihtiyacını karşılayabilir. Bunun iki nedeni vardır:

Biri, Türkiye’nin Batı’nın hemen bitişiğinde olmasıdır.

Diğeri ise, Atatürk’ün Türkiye’ye çağdaş akılcı ve bilimsel düşünmeyitanıtmasıdır.[2]

Bu açıdan bakıldığında yapılacak iş öncelikle toplumun yöneticilerinin, mantıklı sistematik düşünme işlemini yapabilen kişiler olmaları ve toplumsal ortak özgür düşünmeyi ülkemizde sağlaması, yaygınlaştırması gerekiyor.

21. yüzyıl entelektüel ve bilim düzeyinde işte bu çağdaş düşünme işlemini, eğitim sistemine koyup kolektif akıl çapını çağdaşlaştırmak şarttır.

Biz tarih boyunca ve halen hep düşünmeden hareketi yeğliyoruz. Bin yıl düşünmeyi ihmal ettik. 1. Dünya Savaşı’nda faturasını ödedik. Atatürk, demokrasiyi ve diğer çağdaş gelişmeleri getirdi, ama hâlâ biz onları da seksen yıldır ihmal ettik ve halkın çağdaşlaşmasını ve demokratikleşmesini önledik. Çağdışı kafa malzemesiyle çağdaş işler yapılamaz. Esas olan çağdaş mantıklı düşünmeyi yapabilen toplumsal ortak aklıselimi oluşturmaktır.

Ülkemizde her şey okutulur ama şu üç şey okutulmaz:

* Akıl nedir, nasıl çalışır?

* Düşünme nedir (bireysel, toplumsal) nasıl yapılır?

* Bilim nedir, nasıl yapılır?[3]

1. Düşünme ve Düşünce Nedir?[4]

Düşünmedüşünce üretimiyle sonuçlanan zihinsel bir işlem sürecidir. Kadın-erkek her insanda kaynağı ve sonuçları yönünden biri biyolojik diğeri lojik olmak üzere iki türdür.

Lojik olarak beşeri selim akılla düşünme üretimiyle sonuçlanan zihinsel süreç, beşeri düşünmeyi oluşturur.

Düşünmetefekkür, yani düşünme işlemi yapmaktır. İngilizcesi “thinking” sözcüğüdür. Düşünme işlemi yaparak anlamak ve anlamlandırmak, anlam yüklemektir.

Düşünce; düşünme işleminin ürünüdür. İngilizcesi “thought” sözcüğüdür.

Marcus AURELİUS (MÖ. 121-180), “Kişinin kendi aklını kullanarak düşünmesi, başkasının kölesi değil, kendisinin efendisi olmasıdır” sözüyle selim akılla düşünmenin önemini ne kadar güzel ifade etmiştir.

(a) Sistemsiz Düşünme: Bu tür düşünme selim akılla yapılan ama mantık kurallarıyla ve aklın ilkeleriyle değil de, rastgele düşünmedir. Sofistik ve gnostik düşünme böyle sistemsiz düşünmedir.

(b) Sistemli Düşünme: Aklıselim ile olgu, obje ve olayları sistemli bir şekilde anlamak ve anlamlandırmaktır.

(c) İnsanlık çizgisi ve Medeniyet: İnsanlığın binlerce yılda selim akılla düşünme işlemi yaparak ürettiği çizgiye, “insanlık çizgisi” denir. Önce çizgi üretilir, sonra uygulama gelir. Bu düşünce çizgisini üretenler tarihe geçmişlerdir.

 İnsanlık çizgisinin uygulamaya dökülmesi uygarlığı oluşturur.

İnsanlık çizgisi ve uygarlık, belli bir toplumun değil, insanlığın ürünüdür. İnsanlık çizgisi bir tane olduğu için, uygarlık da bir tanedir. Diğerleri bu uygarlığın değişik yorumlarıdır. İlk olarak Mezopotamya’da “Tarım Uygarlığı” oluşmuştur. Tarım Uygarlığı, tarımsal düşünme evresine rastlar. Ondan sonra insanlık çizgisi;

– Ege’de Felsefi düşünme,

– Sonra Batı’da (Orta çağda) Dinsel düşünme ve

– Çağımızda akılcı ve bilimsel düşünmenin icatları oluşmaktadır.

Her dönemin uygarlık evresi farklıdır. Çağımızda ancak teknolojik icatlarla uygarlık yapılabilir.[5]

2. Çağdaş Düşünme

Bilim, gerçeğin bilgisidir.  

(a) Akılcı ve Bilimsel Düşünme: İlgili bilim dalının saptadığı bilimsel bilgiler üzerinde sistemli ve yöntemli düşünme yapmaktır. Bilimsel düşünmenin temeli, bilimsel bilgi ile düşünmektir. Obje, olgu ve olaylardaki gerçekleri, mantık kurallarına dayalı olarak, doğru düşünmekle gerçekleşir.

(b) Laik ve Seküler Düşünme: Esasen akılcı ve bilimsel düşünme; laik seküler düşünmedir. Laik; dine dayalı öznel olmayan, nesnel olan demektir. 

Dinsel düşünme, öznel ve taraflı düşünmedir; nesnel değildir.

Laik ve seküler düşünme; her türlü öznel ve taraflı düşünüşten bağımsız, nötr, tarafsız ve nesnel bir düşünmedir.

Çağımızın sorunları düşünseldir. Artık düşünme ile çözülebilirler. Ama çağdaş düşünüş biçimi olan akılcı ve bilimsel düşünme ile çözülür. Çağdaş sorunları ancak düşünürler çözerler. O nedenle ülkemizde mutlaka her alanda düşünür yetiştirmek zorunluluğu vardır. Hem de “hangi alanda olursan ol, o alanın kesinlikle önce bilim insanı, sonra da düşünürü ol!” sloganımız olmalıdır.[6]

Aklın selimleştirilmesiyle mantıklı ve sistemli düşünmek hem bireysel hem toplumsal ortak ve kurumsal olmalıdırKur’an, kadın-erkek muhataplarını,

Birey olarak “bilge kişi” olmayı;

Ayrıca toplum olarak ortak aklın kurumsallaştırılarak “bilge toplum” haline gelmeyi yüzlerce ayetinde Allah’ın temel buyruğu olarak sunmaktadır.

3. Kur’an, Toplumsal Ortak Aklıselim’le Düşünmeyi Buyuruyor

İşte sizden önceki devirlerden bakıyye /söz, eser, erdem sahipleri; akıllı insanlar, Kitap Ehli, yeryüzünde bozgunculuktan vazgeçirmeye çalışsalardı! Fakat onların içinden kurtardığımız pek az kimse bunu yaptı. Allah’ın ortağı olduğunu kabullenerek, Allah’ın ilahlığını ve rabliğini bilerek reddederek yanlış; kendi zararlarına iş yapan o kişiler ise, şımartıldıkları refahın ardına düştüler ve suçlular oldular.

Ve senin Rabbin, halkları düzeltici iken, o memleketleri haksız yere değişime/yıkıma uğratacak değildir.

(Hud 11/116-117)

Helâkten kurtulmanın önemli bir yolunun açıklandığı bu ayetlerde, kötü gidişat sergileyen toplumlarda ortaya çıkıp mücadele vermesi gerekirken, ev, dam, çoluk-çocuk, mal-mülk, makam-mevki düşünüp çıkar uğruna suskun kalan bilgi ve akıl sahibi nemelâzımcılar kınanmaktadır.

Demek oluyor ki, toplumların bozulma dönemlerinde, o toplumdaki ‘bakıyye’ erdemli ve hayır sahibi aklıselim kişilerin, yani toplumun “bilge” nitelikli bireylerinin öne çıkıp toplumun düzeltilmesi yolunda çaba harcamaları, vurdumduymazlık yapmamaları gerekmektedir. Nitekim Hud suresinde geçen Lut kıssasında Allah Elçisi’nin kendi toplumuna “İçinizde reşit, aklı başında biri yok mu?” demesi de bu bakış açısı ile söylenmiş bir sözdür.[7]

Ve içinizden hayra çağıran (yed’ûne ile’l-hayri),  

Herkesçe kabul gören iyi şeyleri emreden (ye’mürûne bi’l-ma’rûfi),

Vahiy ve ortak akıl ile kötülüğü-çirkinliği kabul edilen şeyleri engelleyen (ve yenhevne ani’l-münkeri) bir ÖNDERLİ TOPLUM bulunsun.

Ve işte onlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.” (Âl-i İmran 3/104)

Bu, şüphesiz bir toplum, kendinde olanı değiştirinceye kadar, Allah’ın, o topluma nimet olarak bağışladığını değiştirici olmayışı ve şüphesiz Allah’ın en iyi işiten, en iyi bilen olması nedeniyledir.” (Enfal 8/53)

Her kişi için, iki elinin arasından ve arkasından –Allah’ın işinden olarak–, onu gözetip koruyan izleyiciler vardır. Gerçekte, bir halkkendi benliklerinde olanı değiştirmedikçe (bi-kavmin hattâ yüğayyirû mâ bi-enfüsihim), Allah hiçbir şeyi değiştirmez. Ve Allah, bir topluluğa kötülük istedi mi, artık onun geri çevrilmesi söz konusu değildir. Onlar için O’nun astlarından bir yardım eden, koruyan, yol gösteren bir yakın da yoktur.” (Ra’d 13/11)

Her kim salihi işlerse artık kendi için yapmış olur. Kim de bir kötülük yaparsa, artık kendi aleyhinedir. Ve senin Rabbin kullara hiç mi hiç haksızlık eden biri değildir.” (Fussılet 41/46)

TOPLUMLARI EĞİTECEK, onları kötüden ve toplumsal yönden bozgunculuktan alıkoyacak selim aklını kullanan /AKLISELİM SAHİBİ BİLGE İNSANLAR GRUBU OLMALIDIR. Toplumların ayakta kalmalarını sağlayacak olan bu insanlardır. Bozgunculuktan alıkoyanı kalmayan toplumların yıkılışı önlenemez.

Hud 11/116’da yer alan ‘û bakıyye’ ifadesi, “erdemli ve hayır sahipleri” anlamına geldiğine yukarıda değinmiştik. Esasen erdem ve cömertliğe bakıyye denmektedir. Biz buna aklıselim ve iz‘ân sahibi erdemli kişiler diyebiliriz.

Toplumlardaki bozgunculuğu önleyecek olanların erdem sahibi ve güvenilir olmaları gerekiyor. Toplumların siyasal erkini elinde bulunduranlar er­dem sahibi ve güvenilir olmazlarsa, toplumu iyiye götüremez ve bozgunculuktan alıkoyamazlar. Geçmiş nesillerin, yani o dönemlerdeki toplumların çöküş nedeni bu erdemli kişileri yetiştirememiş olmalarıdır.

Bozgunculuktan alıkoyacak erdemli insanlar grubunun olması isteğe bağlı bir konu değil, tam aksine zorunludur. 

Sizden,           hayra çağıran, iyiliğiemredip kötülüğü yasaklayan bir grup bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir” (Âl-i İmrân 3/104).

Bu ayete göre, insanları bozgunculuktan alıkoyacak, onlara iyiyi ve güzeli öğretip hayra çağıracak olanların yetişmesi zorunludur ve Yüce Allah’ın buyruğudur.

İyiyi emredip kötülükten sakındırmak Kur’an’ın farzları arasında yer almaktadır.

İki kişi arasında başlayan bu eğitim yöntemi, giderek  

Dev­letle halk arasında,

Sivil kuruluşlarla devlet ve halk arasında,

Hatta mil­letlerarası ilişkilere kadar giden bir çizgide yer almalıdır.

Artık dünya insanlığı arasından, bozgunculuk yapıp ayrılık çıkaranlara dur diyecek, onları istikamete getirecek, iyiliği onlara öğretecek bir toplum veya bilge insanlar olmalıdır. Ama bu toplum veya bilge grup aklıselim ve iz‘ân sahibi erdemli kişilerden oluşmalıdır.

Geçmişin nesilleri içlerinden,

Topluma yön verecek,

Bozgunculuk­tan alıkoyacak,

Aklıselime çağıracak,

Mantıklı düşünen aklıselimin yolunu gösterecek,  

Erdemli olmanın eğitimini verecek insanların yetişmemesinin,

– O toplumların çöküş nedeni olduğunu Yüce Allah bu ayette gündeme getirmektedir.

Böylece Hud 11/116. ayeti,

– Hem siyasal,

– Hem sosyal,

– Hem de ahlâkî olanın dinamiğine dikkat çekmektedir.  

Yüce Allah, geçmişin olguları ile yaşayanlara ve geleceğin nesillerine ışık tutmakta ve toplumları ayakta tutacak bilge insan yetiştirecek kurumların oluşturulması temel ilkesini öğretmektedir.

Bize göre Yüce Allah’ın bu ilkesi tıp kanunlarına benzemektedir. Hastalığa müdahale edecek olan kişinin uzman doktor olması gerekiyor. Hasta, tıp eğitimi almamış, uzman olmayan kişilere teslim edilemez. Aynı şekilde bozuşmaya yüz tutan hastaya veya topluma müdahale edip tedavi edecek olanların aklıselim, iz‘ân ve erdem sahibi olmaları gerekiyor. Toplum kötülerin tedavisine bırakılamaz. Doktor olmayana bırakılan hasta ölüme terk edilmiş olacağı gibi, kötülere bırakılan toplum da helâke bırakılmış demektir.[8]

Hud 11/114’te belirtildiği gibi

İyilikler kötülükleri giderdiği gibi,

* Bozgunculuğu giderecek olanlar da erdemli bilge kişilerdir. Çürüyen topluma neşteri vuracak olanlar bunlar olmalıdır.

Günümüzde “Büyük Ortadoğu Projesi” kuşatması altında bulunan ülkemizde, her zamandan daha çok hem birey olarak hem toplum olarak olabildiğince aklıselim sahibi olmak, sorunlarımızı ortak, birleşik toplumsal aklımızla çözmek önceliğimiz olmak durumunda/zorunda ve önemindedir.

***

Kaynakça

[1] Prof.Dr. Cihan DURA, ATANAME, İstanbul, 2017, Nergiz Yayınları, s.671.

[2] Prof.Dr. Niyazi KAHVECİ, Çağdaş Düşünme Üzerine Dersler, İstanbul, 2020, Doğu Kitabevi, s.76-77.

[3] N.KAHVECİ, a.g.e., s.17, s.25, s.27.

[4] Bkz. Mantıklı düşünmek konusunu Kur’an’daki yüzlerce ayet ışığında ele alan iki çalışma: Sedat ŞENERMEN,

 Kalp /AKIL, İstanbul, 2014, Togan Yayınları;

 Aklın Kaynağı İslam’da BEYİN, İstanbul, 2014, Nergiz Yayınları.

[5] N.KAHVECİ, a.g.e., s.45, 46, 47; s.82-83.

[6] N.KAHVECİ, a.g.e., s.84-85, s.57.

[7] Hakkı YILMAZ, Tebyînü’l-Kur’an /İşte Kur’an, 2015, c.3, s.88.

[8] Prof.Dr. Bayraktar BAYRAKLI, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, cilt: 9, s.347.

Devamını Oku

Tam Bağımsızlık ve Milli Egemenlik

Tam Bağımsızlık ve Milli Egemenlik
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Bu yıl 101. yıldönümünü idrak etmekte olduğumuz ve milletçe büyük bir coşkuyla kutlayacağımız “Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı” hepimiz için kutlu olsun. “Tam Bağımsızlık ve Milli Egemenlik” Atatürkçü Düşünce Sistemi’nin Ulusal Temel İlkelerindendir.

Atatürk ilkeleri, Millî Mücadele’nin başından itibaren Türk Devrimi’nin temelini oluşturmuş, bu devrimin uygulamalarına yön vermiştir.

Tam bağımsızlıkmillî egemenlikakılcılıkbilimcilikgerçekçilikçağdaşlıkbarışçılık ve ahlakçılık Atatürkçü Düşünce Sistemi”nin en temel, vazgeçilmez, olmazsa olmaz ilkeleridir. Bu ilkeler gerek anlamları gerekse amaçları yönünden birbiri ile çok yakından ilişkili, birbirini tamamlayan ilkelerdir. Hepsinin ama­cı,

Türk milletini, ulus egemenliğinde tam bağımsız,  

* Yurtta ve dünyada barışı hedefleyen,

* Parlamenter demokrasi içinde,

* Sosyal adaletçi hukuk devleti düzeninde,

En kısa zamanda çağdaş uygarlık düzeyine eriştirmeye yöneliktir.

Atatürk ilkeleritümüyle akılcı, bilimci ve gerçekçi bir temele oturmuşlardır; çünkü Türk milletinin özellikleri, bugünkü ve yarınki gereksinimleri göz önüne alınarak çağdaş yaşamın gereklerine uygun olarak belirlenmişlerdir. [1]

I-) Atatürkçü Düşünce Sistemi’nin Temel İlkelerinden

TAM BAĞIMSIZLIK:

Hürriyet ve istiklâl benim karakterimdir.” ATATÜRK

Bağımsızlık, en önde gelen Atatürk ilkesidir. Millî Mücadele adını verdiğimiz büyük olay, her şeyden önce bu ilkenin gerçekleşmesi için yapılmış, sonunda başarıya ulaşmıştır. Çünkü esas olan, bağımsızlığına kastedilen Türk milletinin saygın ve şerefli bir millet olarak yaşaması idi. Bu esas ancak milletin özgürlük ve bağımsızlığına sahip olmasıyla sağlanabilirdi. Bu nedenle Millî Mücadele’nin parolası, “YA BAĞIMSIZLIK YA ÖLÜM!” olmuştu.

Atatürk’ün anlatımı ile tam bağımsızlık,

Siyasî, malî, ekonomik, adlî, askerî, kültürel ve benzeri her hususta tam bağımsızlık ve tam serbestlik demektir. Bunların herhangi birinde bağımsızlıktan yoksunluk, millet ve memleketin gerçek anlamıyla bütün bağımsızlığından yoksunluğunu ifade eder.”[2]

Bağımsız devletlerdir ki memleketlerinin iç ve dış siyasetlerini, yabancıların karışmasına imkân vermeksizin çizebilir ve yürütebilirler; dışa bağımlı devletlerin böyle bir serbestlik söz konusu olamaz.

Atatürk, Türk Bağımsızlık Mücadelesinde, bu ilkenin önemini şu sözleriyle belirtmiştir:

Bağımsızlık tehlikeye düştüğü zaman onu, bütün anlamıyla koruyabilmek, gerekirse son bireyin son damla kanını akıtarak insanlık tarihini şanlı örnek ile süslemek! İşte bağımsızlık ile özgürlüğün gerçek niteliğini, geniş anlamınıyüksek değerini vicdanında kavramış milletler için temel ve öl­mez ilke…” [3[

Atatürk’ün bu sözlerinin büyük değeri vardı; çünkü  

Bağımsızlıktan yok­sun bir millet, ne kadar zengin ve refaha kavuşturulmuş olursa olsun, uygar insanlık karşısında uşak olmak durumundan yüksek bir muameleye lâyık ola­mazdı. Yabancı bir devletin himaye ve desteğini kabul etmek, insanlık özellik­lerinden yoksunluğu, beceriksizlik ve miskinliği itiraftan başka bir şey değil­diGerçekten bu aşağı dereceye düşmemiş olanların isteyerek başlarına bir ya­bancı getirmelerine asla ihtimal verilemezdi.” [4]

İşte Millî Mücadele adını ver­diğimiz kutsal savaşınTürk milletini bağımsızlıktan yoksun bırakmak iste­yenlere karşı bu düşüncelerin ışığında yapılmış, sonunda tam bağımsız bir Türk Devleti kurulmasıyla başarıya erişmişti.

Millî sınırlarımız içinde, millet egemenliğine dayalıbağımsız bir devlet olarak varlığımızı sürdürmekbu temel kural uğrunda her türlü özveriyi, her an yapmaya hazır olmak, Atatürkçülüğün özünü ve amacını oluşturmaktır. Bu amacı gerçekleştirmek için, şüphe yok ki her şeyden önce kuvvetli olmakkendi kuvvetimize dayanmak gerekmektedir.[5]

 Atatürk’ün ölümsüz: Özgürlük ve Bağımsızlık benim karakterimdir”söylemine göre, Atatürk devriminde devletin vazgeçilmez ilk ana unsuru Tam Bağımsızlık”tır.

Türkiye Cumhuriyeti DevletiTürk ulusunun kendi adına ve Cumhuriyet olarak kurmuş olduğu ilk devlettir.

Daha önceki Türk devletleri bir hanedan devletiydi.

Bu yönüyledir ki, Türkiye Cumhuriyeti büyük millî egemenlik teorisinin, Türkiye’deki gerçekleşmesidir. Atatürk, bunu Türk halkıyla birlikte başarmıştır.

Mustafa Kemal, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kurarken onu asla vazgeçilmez iki ana temel üzerinde yükseltmiştir:

* Tam Bağımsızlık ve

* Millî Egemenlik.

O’nun kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’nde izlediği devlet politikası ise millî egemenliğe dayanarak bağımsız yaşamaktır.

Atatürk, bunu şöyle ifade etmiştir:

Öyle bir dönemdi ki o, düşmanlarımız

Yalnız Osmanlı Devleti’ni yıkmak istemiyorlardı,

* Aynı zamandadevletin asli unsuru olan Türk Milletini de yok etmek istiyorlardı.

Milletimiz elbette buna izin vermedi, yeni bir iman ve kesin bir ulusal azimle ayağa kalkarak, benim önderliğimde yeni bir devlet kurdu. Devletin dayandığı ana esaslar tam bağımsızlık ve kayıtsız koşulsuz millî egemenliktir.[6]

O’nun kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’nde izlenen devlet politikası ise millî egemenliğe dayanarak bağımsız yaşamaktır.[7]

Atatürk’ün gerçekleştirdiği Türk Devrimi bir çağdaşlaşma programı ve ezilen ulusların tümüne örnek oluşturan bir kalkınma yönetimidir. Temelinde bulunan altı temel ilkenin (Milliyetçilik, Cumhuriyetçilik, Halkçılık, Laiklik, Devletçilik ve Devrimcilik) tümüne tek tek ya da bütün halinde yön veren, tam bağımsızlık ve ulusal egemenlik anlayışı vardır.

– Bilindiği üzere, Nutuk’un okunduğu Cumhuriyet Halk Fırkası İkinci Büyük Kongresi (1927), bir tüzük değişikliği yaparak; CumhuriyetçilikMilliyetçilikHalkçılık olarak tanımlanan üç anlayışı, partinin temel ilkeleri haline getirmişti. 

– 1931 Kongre’sinde bunlara; LaiklikDevletçilik ve Devrimcilik de eklenmiş olan bu altı ilke,

– 1937’de Anayasa maddesi haline getirilerek yalnızca partinin değil, devletin temel ilkeleri oldu.

1923-1938 arasında gerçekleştirilen devrim atılımlarının tümü, bu altı ilke içinde ifadesini bulur; hiçbir girişim dışarıda kalmaz. Örneğin;

– Saltanat ve Hilafetin kaldırılması Cumhuriyetçilik ile

 Dil-tarih yenileşmesi Milliyetçilik ile

 Tarım ve sağlık atılımları Halkçılık ile

 Eğitim birliği, tekke ve zaviyelerin kapatılması Laiklik ile

 Kamulaştırmalar ve ekonomik uygulamalar Devletçilik ile

 Hukuk ve yenilikçi girişimler Devrimcilik ile ilişkilidir.[8]

1. Atatürk’e Göre Tam Bağımsızlık Nedir?

Tanımı ve Kapsamı

Bu konuda Prof. Dr. Enver Ziya Karal’ın değerlendirmesi önemlidir.[9]

Ona göre: “Atatürk’ün düşüncesi bir tek ana ya da kaynak düşünceden çıkmıştır. Bu ana düşünceyle bağlantıları sağlanamadığı sürece açıklanmaları ve anlaşılmaları güçleşmekte ve güçleştirilmektedir.”

Atatürk’ün düşüncelerinin bütün kaynağı bağımsızlık’ düşüncesidir.”

“Atatürk, 1921’de bir gazeteye verdiği demecinde; bağımsızlık benim karakterimdir’ dedikten sonra, bu düşüncenin ata kalıtı olduğunu, bu düşünceye Türk ulusunun bağlı bulunduğunu söyler ve Bu nedenle bence ulusal bağımsızlık bir yaşama sorunudur’ der. Bundan ötürü ve hemen belirtilmesi gereken nokta, “bağımsızlık” sözcüğüne Atatürk’ün verdiği anlamdır. Dar anlamıyla “bağımsızlık” sözcüğünde yalnız ulusal bir topluluğun siyasal özgürlüğü akla gelir. Atatürk’e göre “bağımsızlık” özgürlüğü de kapsayan çok geniş anlamlı bir kavramdır ve özü şudur:”

“(…) Tam bağımsızlık denildiği zaman siyasette, maliyede, ekonomide, adalette, askerlikte, kültürde ve bu gibi konularda tam bağımsızlık ve tam özgürlük demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan yoksunluk ulus ve ülkenin gerçek anlamıyla bütün bağımsızlığından yoksunluğu demektir.” [10]

Enver Ziya Karal şöyle devam ediyor:

“Bu tanıma göre, Türk Bağımsızlık Savaşı, yalnız yurt topraklarını saldırgan düşman ordularından kurtarmak anlamına gelmez. Bu anlamı, yukarıda değinilen (siyaset, maliye, ekonomi, adalet, askerlik) yönlerinde ve en çok kültür konusunda yabancı ve saldırgan etkilerin de Türk toplum yaşamından atılması anlamını taşır. Bu nedenledir ki, Türk Devrimi’ni, Kurtuluş Savaşı içinde görmek gerekir.” [11]

Atatürk’ün düşünce ve eyleminde “bağımsızlık” kavramının belirleyici olması, O’nu, Türk yenileşmecilerinden ayıran en önemli özelliği ve farkıdır.

2. Atatürk’ün Uyguladığı Bağımsızlık İlkesinin İki Yönü

Mustafa Kemal Atatürk’ün bağımsızlık düşünce ve eyleminin pratikte iki yönü vardı:

Bir yönü “kapitalist emperyalizme” karşıydı.

İkinci yönü de “Sovyetlere karşı bağımsızlık” idi.

Atatürk, Kurtuluş Savaşı sırasında silah ve para yardımında bulunan Sovyetlere karşı da bağımsızlığı temel amaç edinmiştir. Sovyetlerin bu yolla devlet üzerine “siyasal ipotek” koymasını ortaya koyduğu kesin tavırla Atatürk engellemiştir.

Milletçe kesin olarak savunulması gereken haklar da özellikle iki noktada önem kazanmıştı:

– Birincisi devlet ve milletin bağımsızlığı

– İkincisi, vatanın asli bileşiminde çoğunluğun, azınlıklara feda edilmemesidir” demiştir ayrıca Atatürk…

Milletlerin Yargı Hakkı, Bağımsızlığın Birinci Koşuludur

Bir devlet için bağımsızlığını yitirmek, çökmesinden daha kötüdür. Büyük sorun ise malî sorundur. Bu noktada adlî bağımsızlığın önemini de ayrıca vurgulamak isterim. Adalet dağıtımı görevi her bağımsız devletin vazgeçilmez bir hakkıdır, ona kimse karışamaz. Milletlerin yargı hakkı bağımsızlığın birinci koşuludur. Adalet kuvveti bağımsız olmayan bir milletin, devlet olarak varlığından söz edilemez. (Ayrıca şunu da vurgularım ki) Ulusal bağımsızlık millî kültürle eştir.” [12]    

3. Atatürk’ün Belirlediği Milli Ülkü, Milletimizi Tam Bağımsız Olarak Ebediyete Kadar Yaşatmaktır

Atatürk, bizim milletçe uymamız gereken millî ülkümüzün ne olduğunu ise şöyle belirlemiştir:

Nedir o ülkü? Millî ülkü milletimizi yaşatmaktır, ancak tam bağımsız olarak yaşatmaktır! Tam bağımsızlık Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, üzerinde yükseldiği temellerden biridir.

Tam Bağımsızlık İlkesi Ataöğreti’nin varoluş ilkelerindendir. Milletimizin dışa karşı tüm kararlarını serbestçe kendisinin alması demektir. Milletin varlığı, korunması ve geleceği Millî Egemenlik İlkesi ile birlikte Tam Bağımsızlık İlkesi’ne bağlıdır. Bu ilkelerin, dolayısıyla Tam Bağımsızlık İlkesi’nin gerekleri ne derecede yerine getirilirse, devlet ve millet varlığının dokunulmazlığı, devamlılığı ve gelişmesi de o ölçüde garanti altına alınmış olur.[13]

Atatürk’e Göre Milletimiz ve Tam Bağımsızlık

Esas, Türk milletinin saygın ve şerefli bir millet olarak yaşamasıdır. Bu esas, ancak tam bağımsızlığa sahip olmakla sağlanabilir. Ne kadar zengin ve refaha kavuşturulmuş olursa olsun, bağımsızlıktan yoksun bir millet, uygar insanlık karşısında uşak olmak durumundan yüksek bir davranışa lâyık olamaz. Yabancı bir devletin himaye ve desteğini kabul etmek, insanlık özelliklerinden yoksunluğu, beceriksizlik ve miskinliği itiraftan başka bir şey değildir. Gerçekten bu aşağı dereceye düşmemiş olanların isteyerek başlarına bir yabancı efendi getirmelerine asla ihtimal verilemez.

Hâlbuki Türk’ün saygınlığı ve onuru ve yeteneği çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir millet, tutsak yaşamaktansa yok olsun daha iyidir. Bu nedenle ya bağımsızlık ya ölüm!” [14]

4. Bağımsızlığın Önemi

Bağımsızlık ve özgürlüklerini her ne pahasına ve her ne karşılığında olursa olsun zedeleme ve kısıtlamaya asla hoşgörülü davranmamak; bağımsızlık ve özgürlüklerini bütün anlamıyla koruyabilmek ve bunun için gerekirse, son bireyinin son damla kanını akıtarak insanlık tarihini şanlı örnek ile süslemek; işte, bağımsızlık ve özgürlüğün gerçek niteliğini, geniş anlamını, yüksek değerini, vicdanında kavramış milletler için temel ve ölmez ilkeAncak bu ilke uğrunda her türlü özveriyi, her an yapmaya hazır milletlerdir ki, devamlı olarak insanlığın değer verilişine ve saygısına lâyık bir topluluk olarak düşünülebilir.” [15]

Eğer bir millet; kararlarını doğrudan veya kendi kurumları aracılığıyla serbestçe kendisi alıyor ve uyguluyorsa, o millet bağımsızdır demektir. Eğer kararlarında hiçbir alan sınırlaması yoksa ve bu husus vurgulanmak isteniyorsa, o zaman “tam bağımsızlık” denir. Tam bağımsızlık, yani “istiklâli tam” bir milletin varlığını sürdürmesinin temel koşullarındandır. Yalnız varlığını sürdürmesi değil, kendisini gerçekleştirmesi, yani sahip olduğu nitelik ve yetenekleri sonuna kadar geliştirmesi, kullanıp değerlendirmesi, o milletin tam bağımsız olmasına bağlıdır.

İşte bu anlamda Türk milletinin özgürlük ve bağımsızlık tutkusunu tarihsel gelişimi içinde Atatürk şöyle özetlemektedir:

Türkiye halkı, yüzyıllardan beri özgür ve bağımsız yaşamış ve bağımsızlığı yaşama gereği saymış bir milletin kahraman evlâtlarıdır. Bu millet, bağımsızlıktan uzak yaşamamıştır, yaşayamaz ve yaşamayacaktırTürk milleti bütün uygar milletler gibi içerde ve dışarıda tam anlamıyla özgür olacaktır, bağımsız olacaktır. Amerika, Avrupa ve tüm uygarlık dünyası bilmelidir ki, Türkiye halkı her uygar ve yetenekli millet gibi kayıtsız ve koşulsuz özgür ve bağımsız yaşamaya kesin karar vermiştir. Bu meşru kararı ihlâle yönelik her kuvvet Türkiye’nin ebedi düşmanı kalır. Bu hususta insanlık ve uygarlık dünyasının temiz vicdanı kesinlikle Türkiye ile beraberdir.” [16]

5. Atatürk’ün Özgürlük ve Bağımsızlık Konusunda Türk Milletine Vasiyeti veya Verdiği Görev:

Kurtuluş Savaşı’yla kan ve gözyaşı karşılığında kazanılmış olan bağımsızlığımız bir varoluş konusudur. Bu nedenle Atatürk’ün, bu konudaki görevlendirmesi şöyledir:

Bağımsızlık ve özgürlüğü en doğal ihtiyaç olarak görün. Çok yüksektir bağımsızlık ve özgürlüğün değeri, bunun bilincinde olun.

Bunun için bağımsızlık ve özgürlüğün mahiyetini, kapsamını, tarihini iyi öğrenmemiz gerekir. O tarih ki derslerle doludur. Bu uğurda,

Bağımsızlık için her özveriyi göze alın. İşte ancak o zaman insan gibi yaşar, insan olarak saygı görürsünüz” diyor Atatürk ve devamını şöyle getiriyor:

Türkiye Cumhuriyeti devletini yaşatmak, bağımsızlığını korumak birinci görevinizdir. Daima bu görevi düşünün, bu görevle yaşayın. Şöyle deyin:

Devletimizin ve milletimizin bağımsızlığı kutsaldırdokunulmazdır; o sonsuza kadar güvende ve var olacaktır.’ Unutmayın ki, Millî hedefin ruhudur tam bağımsızlık, üzerine aldığınız görevin özüdür. Bir ölüm kalım sorunudur, Türk ulusunun varlığını sürdürmesinin temel koşuludur. Tarihe karşı yüklendiğiniz bu görevi, bütün bir ulusa karşı yüklendiniz, unutmayın.” [17]

II- Atatürkçülüğün Ulusal Temel İlkelerinden

MİLLÎ EGEMENLİK:

Süngü ile silahla, kanla elde ettiğimiz zaferden sonra, kültür, bilim, teknik, ekonomi gibi alanlarda zafer kazanmak için çalışacağız. Milleti refah ve mutluluğa götürecek bu alanlarda güvenle, başarıyla yürüyebilmek ise, yalnız bir şarta bağlıdır. Bu şart bulunmazsa o alanlarda başarımız imkânsızdır. Bu şart şudur: Milletin doğrudan doğruya kendi egemenliğine kendisinin sahip olmasıdır.” [18] ATATÜRK

Millî egemenlik, yani milleti bizzat kendi yazgısına egemen kılmak esası, Atatürkçülüğün bağımsızlıkla iç içe girmiş ikinci büyük temel ilkesidir. Bu ilkeye göre, egemenlik kayıtsız şartsız milletindir; hiçbir anlam hiçbir şekil ve hiçbir surette ortaklık kabul etmez. Bu irade, bütün millet bireylerinin isteklerinin, emellerinin birleşmesinden oluşması nedeniyledir ki, toplum içinde her kuvvet, bu iradeden doğar; ancak bu iradeye uymak suretiyle yaşayabilir. Atatürkçü düşünceye göre, milletin irade ve emeline uyma­yanların talihi acıdır, yok olmaktır.

Yine Atatürk’e göre,

Toplumda en yüksek özgürlüğün, en yüksek eşitlik ve adaletin devamlı şekilde sağlanması ve korunması, ancak tam anlamıylamillî egemenliğin kurulmuş olmasına bağlıdır. Bu nedenle özgürlüğün deeşitliğin de adaletin de dayanak noktası ‘MİLLÎ EGEMENLİK’tir.” [19]

Türk Bağımsızlık Savaşı bu görüşlerin ışığı altında milletin, egemenliğini kendi eline almasıyla başlamış, bu irade gücü ile başarıya ulaşmıştır.

Milletimizin yüzyıllar boyunca başına gelen bütün felâketler, kendi alın ya­zısınıkendi iradesinikendi yönetimini başkalarının eline bırakmasındankay­naklanıyordu. Bu bırakış nedeniyledir ki, I. Dünya Savaşı’nın sonunda uçuru­mun kenarına kadar getirilmiş, galip devletler tarafından nerede ise tarihten silinmek istenmişti. Türk milleti, bu acı tecrübelerin ışığında artık uyanmıştı. Kendi iradesini, kendi yönetimini artık başkasının elinde görmek istemiyordu: bu nedenle, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılışı, milletin yüzyıllar süren arayışlarının özünü, onun bizzat kendisini yönetmek bilincinin canlı örneğini oluşturuyordu.[20]

Atatürk’e göre:

Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin yapısının ruhu millî egemenliktir. Milletin kayıtsız şartsız egemenliğidir.

Bir milletin egemenliğini anlayabilmesi ve onu güvenle koruyabilmesi, bir takım özel niteliklere ve üstün öğrenim ve eğitime sahip ol­masına bağlıdır. Bir milletin siyasal eğitimindesosyal eğitimindevatan sev­gisinde noksan varsaöyle bir millet egemenliğini gerektiği derecede kuvvet­te elinde tutamaz.” [21]

Bu bakımdan millî egemenliği yaşatma hususunda vatandaşların gerekli nitelikte yetiştirilmesi büyük önem taşır.

1. Atatürk İlkelerine Göre Millî Egemenlik

Millî emeller, millî irade, yalnız bir kişinin düşünmesinden değil, bütün millet bireylerinin arzularının, emellerinin bileşkesinden ibarettir.” (1923) [22]

Egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir.” (1923)[23]

Kuvvet birdir ve o, milletindir.” (1937)[24]

Atatürk’e göre, “Milletin doğrudan doğruya kendi egemenliğine kendisinin sahip olması”demek olan MİLLÎ EGEMENLİK, yani MİLLETİ bizzat kendi yazgısına egemen kılmak esası, Atatürkçü Düşünce Sistemi’nin bağımsızlıkla iç içe girmiş ikinci büyük temel ilkesidir. Bu ilkeye göre,  

* Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir;

* Hiçbir anlam hiçbir şekil ve hiçbir surette ortaklık kabul etmez.

Bu irade,

 Bütün millet bireylerinin isteklerinin, emellerinin birleşmesinden oluşması nedeniyledir ki,

 Toplum içinde her kuvvet, bu iradeden doğarancak bu iradeye uymak suretiyle yaşayabilir.

Atatürkçü düşünceye göre, milletin irade ve emeline uyma­yanların talihi acıdır, yok olmaktır.

Atatürk’e göre,

Bir milletin egemenliğini anlayabilmesi ve onu güvenle koruyabilmesi, bir takım özel niteliklere ve üstün öğrenim ve eğitime sahip ol­masına bağlı”olduğundan, MİLLÎ EGEMENLİĞİ yaşatma konusunda vatandaşların gerekli nitelikte eğitim/öğretim yönünden yetiştirilmesi büyük önem taşır.

* Millî Mücadele’nin 105.nci;

* Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılışının 101.ncü yılında,

Milletin egemenliği bağlamında millî egemenliğin sağlıklı ve gerçekçi bir şekilde olması günümüzde de yine aynı anlam ve önemiyle karşımızda millî bir görev olarak bulunmaktadır.

2. Millî Egemenliğin Gücü ve Değeri

AtatürkUlusal Egemenliğin

Millî güçlerin etken ve

* Millî iradenin egemen olması” ile ancak gerçekleşebileceğini şöyle açıklıyor:

Millî egemenlik öyle bir ışıktır ki, onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar yanar, yok olur. Milletlerin tutsaklığı üzerine kurulmuş kurumlar, her tarafta yıkılmaya mahkûmdurlar.” (1929)[25]

Bir millet, varlığı ve hukuku için bütün kuvvetiyle, bütün düşünsel ve maddi güçleriyle ilgilenmezse, bir millet kendi kuvvetine dayanarak varlığını ve bağımsızlığını sağlamazsa, şunun bunun oyuncağı olmaktan kurtulamaz. Millî yaşamımız, tarihimiz ve son dönemde yönetim şeklimiz, buna pek güzel kanıttır. Bu nedenle kuruluşumuzda MİLLÎ GÜÇLERİN ETKEN ve MİLLÎ İRADENİN EGEMEN OLMASI esası kabul edilmiştir. Bugün, tüm dünyanın milletleri yalnız bir egemenlik tanırlar: MİLLÎ EGEMENLİK!”(1920)[26]

3. Türk Milleti ve Millî Egemenlik

Ulusal egemenliğin çağın, aklın, bilimin, uygarlığın insanca yaşamanın, bedensel ve zihinsel olarak özgür yaşamanın olmazsa olmaz koşulu ve gereği olduğunu belirten Atatürk, bu konuda Türk milletinin tarihsel gelişimi içinde var olan bu duyarlılığını sürdürmesini özellikle belirtiyor ve istiyor: Şöyle ki:

Dünyanın belli başlı milletlerini tutsaklıktan kurtarmak için egemenliklerine kavuşturan büyük düşünce akımları, köhne kurumlara ümit bağlayanların, çürümüş yönetim şekillerinde kurtuluş kuvveti arayanların amansız düşmanıdır. Avusturya, Almanya, Rusya ve hatta dünyanın en tutucu bir uygarlığına mensup Çin İmparatorlukları o büyük fikir akımlarının kahredici vuruşlarıyla, gözlerimizin önünde devrilmiştir. İşte Efendiler, yeni Türkiye Devleti, dünyaya egemen o büyük ve güçlü düşüncenin Türkiye’de belirmesi ve gerçekleşmesidir. Dünya toplumsal ve siyasal gereklerinden doğan ve binlerce yıllık Türk tarihinin gelişim sonucu olan devletimiz, süreklilik ve oturmuşluğun bütün niteliklerine ve şartlarına sahiptir.” (1923)[27]

Yalnız, bildiğim ve bilinmesi gereken bir gerçek varsa, o da milletimiz, hiçbir kimsenin uygun görmesine gerek görmeden, uygun görmeyenlere karşı isyan ederekmillî egemenliğimizi ele almış ve öylece kullanmakta bulunmuştur.” (1921)[28]

Arkadaşlar! Türkiye Devleti’nde ve Türkiye Devleti’ni kuran Türkiye halkında hükümdar yokturdiktatör yokturHükümdar yoktur ve olmayacaktırçünkü olamaz!

BÜTÜN DÜNYA BİLMELİDİR Kİ, ARTIK BU DEVLETİN VE BU MİLLETİN BAŞINDA HİÇBİR KUVVET YOKTURHİÇBİR MAKAM YOKTUR. YALNIZ BİR KUVVET VARDIR, O DA MİLLÎ EGEMENLİKTİR. YALNIZ BİR MAKAM VARDIR, O DA MİLLETİN KALBİ, VİCDANI VE VARLIĞIDIR.”(1923)[29]

Egemenlik kesinlikle milletin elinde olmalıdır! Egemenliğine sahip olmayan bir insan veya bir toplum, hiçbir zaman iradesini kullanamaz. Egemenliğini herhangi birisine bırakan bir insan, kendi iradesinin kullanılacağından ve uygulanacağından emin olamaz. Şimdiye kadar milletimizin başına gelen bütün felâketler, kendi kader ve yazgısını, başka birisinin eline bırakmasından kaynaklanmıştır.” (1923) [30]

HALK, MİLLÎ EGEMENLİĞİ BENİMSEMELİ VE MEMLEKETTE TEK EGEMEN VE ETKENİN KENDİSİNDEN İBARET OLDUĞUNU UNUTMAMALIDIR.” (1923)[31]

“Büyük Ortadoğu Projesi” kuşatması altında bulunan ülkemiz ve milletimiz için günümüzde, “Tam Bağımsızlık” ve “Ulusal Egemenlik” ilkelerinin öneminin bir kat daha artmış olduğu çok açıktır.

***

Kaynakça

[1] Bkz. Prof. Utkan KOCATÜRK, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Ankara, 2007, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, s.89.

[2] Mustafa Kemal ATATÜRK, Nutuk,Ankara, 1991, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, c.II, s.623-624.

[3]-[4] Kemal ATATÜRK, Nutuk,c.II, s.141; s.142.

[5] U.KOCATÜRK, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, s.89-90.

[6] Prof.Dr. Cihan DURA, Ataname, İstanbul, 2017, Nergiz Yayınları, s.95.

[7] C.DURA, Ataname, s.97.

[8] Metin AYDOĞAN, Ülkeye Adanmış Bir Yaşam -2 Atatürk Ve Türk Devrimi, İzmir, 2020, 14.Baskı, Gözgü Yayıncılık, s.388-389.

[9] Prof. Enver Ziya KARAL, “Atatürk’ü Anlamak”, Atatürk ve Devrim, (Konferanslar ve Makaleler, 1935-1978), Ankara, 1980, Türk Tarih Kurumu, Yayını, s.172.

[10] Kemal ATATÜRK, Nutuk, c.II, s.623-624. Ayrıca bkz. U.KOCATÜRK, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, s.141.

[11] Prof. Hikmet ÖZDEMİR, Atatürk’ü Yeniden Düşünmek, İstanbul, 2011, 3.Baskı, Remzi Kitabevi, s.128-129.

[12]-[13] Cihan DURA, Ataname, s.187-188; s.186.

[14] Kemal ATATÜK, Nutuk, c.I, s.13.

[15]-[16] ATATÜK’ÜN Söylev ve Demeçleri, c.II, s.249; c.II, s.35.

[17] Cihan DURA, Ataname, s.188.

[18] ATATÜRK’ÜN Söylev ve Demeçleri, c.II, s.135.

[19] ATATÜRK’ÜN Söylev ve Demeçleri, c.I, s.298.

[20] U.KOCATÜRK, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, c.II, s.90.

[21] ATATÜRK’ÜN Söylev ve Demeçleri, c.I, s.299-300.

[22]-[23]-[24] ATATÜRK’ÜN Söylev ve Demeçleri, c.II, s.95; c.II, s.58; c.II, s.58.

[25] ATATÜRK’ÜN Söylev ve Demeçleri, c.I, s.389.

[26] ATATÜRK’ÜN Başlıca Nutukları, (Derleyen: Herbert MELZİG), s.82-83.

[27] Kemal ATATÜRK, Nutuk, c.III, s.1185.

[28] ATATÜRK’ÜN Söylev ve Demeçleri, c.I, s.309.

[29] Neşet HALİL, Büyük Meclis ve İnkılâp, Ankara, 1933.

[30] ATATÜRK’ÜN Söylev ve Demeçleri, c.I, s.300.

[31] ATATÜRK’ÜN Söylev ve Demeçleri, c.II, s.53; Mahmut SOYDAN, Gazi ve İnkılâpMilliyet gazetesi 7.12.1929.

Devamını Oku

Atatürk ve Emperyalizm

Atatürk ve Emperyalizm
0

BEĞENDİM

ABONE OL

A-) Emperyalizme Karşı Çıkmak Rahmânî/İnsanî Görevdir

1. Sömürgecilik Ve Emperyalizm Nedir?

Sömürgecilik, “bir milletin ve devletin başka bir milleti ve ülkeyi kendi devlet ve milletinin çıkarları doğrultusunda işletmesi, tekeline ve boyunduruğuna almasıdır veya başka bir deyişle, elde ettiği o ülkenin her türlü imkânlarıyla insanların emeğinden yararlanarak kendine maddi ve manevi çıkarlar sağlamasıdır” şeklinde tanımlamak mümkündür. 

Sömürgecilikte maddi çıkarlar yanında manevi çıkarlar da söz konusudur. Çünkü sömürgecilik maddi ve manevi çıkarlarla sömürgeci millete tarih boyunca üstün bir saygınlık sağlamış, onu gerek kendi ve gerekse başkalarının gözünde yüceltmiş, övülmüş, övünmüş, sömürgeliyi ise aşağılamıştır. 

Sömürgecilik faaliyeti,

– Sömürgeciye gurur ve manevi zevk kaynağı olurken,

– Sömürülende ise derin bir aşağılık duygusunun gelişmesine yol açmıştır.[1] 

Sömürgecilik kavramı ile emperyalizm sözcüğü arasında doğrudan bir ilişki bulunmaktadır.

Emperyalizm sözcüğü aslı Latince İmperium = İmparatorluk’tan gelen Fransızca[2] bir kavram olup bu şekliyle dünya kültürüne girmiştir. Tarihte sömürge kurmak, büyük toprak sahibi olmak,  büyük devlet olmanın temel şartıdır.[3] Esasında emperyalizm imparatorluk kelimesinden gelmektedir. Empire, İmperial, emperyalizm gibi terimler toprak genişliğini, toprak büyüklüğünü ifade etmektedir. Başka topraklara sahip olma gerekçesi türlü etkenlere dayanmaktadır. Avrupa’yı 1880’lerden itibaren sömürgeciliğe iten faktör tamamen ekonomiktir. Avrupa’da endüstrinin gelişmesi ve üretilen ürünlerin satılmasını gündeme getirmiştir. Yani sömürgecilik politikası sanayi politikasının doğurduğu bir çocuktur. 19. ve 20. yüzyıllarda sömürgeciliğin en etkin araçlarından birisi demiryoludur. Çünkü demiryolu yapımı esnasında demiryolunun her iki tarafında bulunan yeraltı ve yer üstü kaynaklarını işletme hakkını elde ettikleri gibi, demiryolunu inşa ettikleri o ülkenin içlerine kadar girme hakkını elde etmişlerdir. [4]

2. Emperyalizmin Üç Farklı Dönemi Vardır

Emperyalizm sözcüğünün kullanılması çok eskilere dayanmakla birlikte yaygın bir şekilde kullanımı 19. yüzyılda olmuştur. Tarihsel süreçte emperyalizm üç farklı dönemden geçmiştir. 

Birincisi, eski çağ dönemidir.

Bu dönemde Babil, Asur, Mısır, Pers, Yunan ve Roma imparatorlukları yabancı toprakların ele geçirilmesi ve buralarda yaşayan halkların sömürülmesine dayanmaktadır.

İkincisi, Avrupalı milletlerin XV. ve XVI. yüzyıllardaki ticarî sömürgeciliğidir.

Bu dönemde İspanya, Portekiz, Britanya gibi denizlerde güçlü olan devletler donanmaları aracılığıyla denizlerde egemenlik kurarak dünyada belli başlı ticaret merkezlerini ele geçirmelerinden başka, büyük toprak parçalarını da ele geçirerek egemenlik alanlarını genişletmişlerdir. Örneğin; bu dönemde altın arayıcılığı ve baharat ticareti ön plandadır.

Üçüncü aşama, 1870’lerde başlamış ve II. Dünya Savaşı’nın sonunda bitmiştir.

Bu dönemdeki emperyalizm şekline modern emperyalizm adı verilmektedir. Bu üçüncü devrede Britanya (İngiltere), Rusya, Fransa, Belçika, Almanya, İtalya gibi Avrupalı devletlerle, ABD arasında bir yarışın sürdüğü görülmektedir.[5]  

Bu bilgiler ışığında emperyalizm, sözcük anlamıyla “imparatorluk kurma eğilimi” manasına gelmektedir. Sonuçta etnik ve kültürel yönden birbirinden çok farklı bir takım halklar, bir başka halkın otoriter rejimi altında aynı ekonomik ve sosyal bütünlük içerisinde bir araya getirilmek istenir. Emperyalist eğilim sadece otoriterliği değil, saldırganlığı da beraberinde taşımaktadır. Bu nedenle emperyalizmle sömürgecilik olayı arasında güçlü bir bağlantı bulunmaktadır.[6]

3. Emperyalizmin Tarihinde Üç Büyük Evre

Emperyalizm tarihi üç büyük evreye ayrılmaktadır:

Birincisi, 16. yüzyıla kadar devam eden ve imparatorlukların genişleme­siyle somutlaşan evredir. 

İkincisi, coğrafi keşiflerle başlayıp 19. yüzyıla kadar süren olup, “eski emperyalizm” olarak adlandırılır.

Üçüncüsü ise “yeni emperyalizm”dir ve yaklaşık 1880‘lerde başlamış ve sömürgelere yeniden büyük ilgi duyulmasına, Asya ve Afrika’nın yeniden paylaşılmasına yol açmıştır.[7]

Rosa Luxemburg’a göre kapitalist olmayan alanlara doğru olan kapitalist yayılma sadece daha fazla birikimin bir aracı değil, aynı zamanda kapitalizmin yaşaması için de gerekli ve olmazsa olmaz bir şartıdır. Öyleyse, emperyalizmi kapitalizmin “son evresi” ola­rak görmek dünya üzerinde olan biteni anlamlandırmada son de­rece önemli açılımlar getirecektir.[8]

Emperyalizm teorisyeni olan Lenin’e göre kapitalizm genişledikçe hammaddeye olan ihtiyaç artar ve rekabet sertleşir. Böylece dünya çapında hammadde arayışı alevlenir ve sömürge elde etme mücadelesi amansızlaşır. Buna neden olan ise sermaye ihracının zorunlu olmasıdır. Lenin’e göre kapitalist üretim tarzı, üretimi hiç durmadan genişletecek bir birikim eğilimidir. Ona göre dış pazar­ların varlığı zorunludur. Çünkü var olan bütün eski üretim biçim­lerinin aksine kapitalist üretim, esas olarak sınırsız bir yayılma eğilimi göstermektedir.[9]

Lenin, emperyalizmin kapitalizmin tekelci ve zorunlu bir aşaması olduğunu belirtiyor ve emperyalizmi şöyle tanımlıyor:

Emperyalizm, tekellerin ve malî sermayenin egemenliği­nin ortaya çıktığı; sermaye ihracının birinci planda önem kazandığı; dünyanın uluslararası tröstler arasında payla­şılmasına başlanmış olduğu ve dünyadaki bütün toprak­ların en büyük kapitalist ülkeler arasında bölüşülmesinin tamamlanmış bulunduğu, bir gelişme aşamasına ulaşmış kapitalizmdir.”[10]

4. Emperyalizmin Beş Aşamalı Hazırlık Dönemi

(a) İlk bilgi toplama dönemi: Bu süreç 12. yüzyılla, Marko Polo macerası ile başlatılabilir. Bu dönem misyonerler, tacirler (kosmos vb..) döneminin dünyayı tanıma ve bilgi toplama dönemidir.

(b) Keşif yapma dönemi: 14. yüzyıldaK.Kolomp ile başlatılabilir.

(c) Bilgi ve deneyimleri sistematize etme dönemi:   Üniversitelerin ve derneklerin, bilgileri branşlarına göre toparladığı ve felsefenin adım adım oluşturulduğu dönem. Bu dönem 15-16. yüzyıl sürecini kapsar(Mason örgütlenmeleri vb).

(d) Gerek bilgi, gerekse de askerî teknik birikimin pratiğe yansıtıldığı dönem: 17-18. yüzyıl bu süreci ifade eder.

(e) Bu ise, Dünya Sömürgeler İmparatorluğu’nu ilan etme dönemidir(18. yüzyıl sonrası): Bu dönemde bilim dalları derinleştirilmiş, üst bir otorite düzeyine çıkarılmıştır. Fizik, kimya, biyoloji, doğa bilimleri, mühendislik alanındaki uzmanlıklar geliştirildiği gibi, kıtalara yönelik Mason locaları kurulmuştur. Asya toplumlarının ve özellikle Ortadoğu’nun ekonomik, sosyal, kültürel, psikolojik vs. gerçeklerini en ince ayrıntısına kadar inceleyen,  irdeleyen özel bölümler oluşturulmuştur. Bu bölüm; Doğu bilimi ya da oryantalizm olarak ifade edilmektedir.[11],[12]

Emperyalizm, “dünya egemenliği” iddiasındaki bir azınlığın dünyaya hükümran olmak üzere her tür gücü, kaynağı ele geçirme; ülkeleri, toplumları sömürgeleştirme eylemidir. Bu bağlamda 1492de başlatılan “Mesih Planı”, emperyalist bir uygulamadır. Birinci aşamasında Batı Hıristiyan dünyada Protestanlık hareketiyle gönüllü Hıristiyan Siyonist oluşumlar oluşturulmuştur(Püritenlik, Evanjelizm gibi).

20. yüzyıla girilirken İsrail Devleti’nin kurulması aşamasında Osmanlı İmparatorluğu’nu, Türklüğü, İslamlığı tarihin arşivine kaldırmak üzere I. Dünya Savaşı çıkarılmış, sonunda Mondros mütarekesiyle Anadolu coğrafyası İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunan askerleriyle işgal edilmiştir.

19 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkmakla başlattığı Millî Mücadele, İngiliz egemen emperyalizmin yürüttüğü “Mesih Planı”’na karşı bir “özgürlük ve tam bağımsızlık” hareketidir. Rahmanî, insanî, meşru, ulusal bir “kurtuluş, kuruluş” hareketidir.

B/1. ATATÜRK, Sömürgecilik Ve Emperya­lizme Karşı Savaşan İlk Dünya Lideridir

ATATÜRK’Ü anlamak, Atatürk’ün Cumhuriyet Değerleri üzerine kurduğu ulus devleti özümsemek, bu değerler üzerinden yaşamı sürdürmek, insanlaşmanın ve uygarlaşmanın ilk şartıdır. Bunun için her tür emperyalizmden korunmak tam bağımsız olmanın da ilk şartıdır. İngiliz egemen emperyalizme, birlikte olduğu müttefiklerine tarihte ilk yenilgiyi tattıran, onlarla ulusal Millî Mücadelesi’nden zaferle çıkan Atatürk’ün, çağındaki sömürgeciliğe karşı emsalsiz başarısı günümüzde de gelecekte de örnek alınacak önem ve değerdedir.  

Atatürk emperyalizm konusunda şöyle diyor:

Efendiler, biz hakkımızı saklı bulundurmak, bağımsızlığımızı emin bulundurabilmek için heyeti umumiyemizce, heyeti milliyemizce, bizi mahvetmek isteyen EMPERYALİZ­ME KARŞI ve bizi yutmak isteyen KAPİTALİZME KARŞI heyeti milliyece mücahedeyi uygun gören bir mesleği takip eden insanlarız.”

En büyük düşmandüşmanların düşmanı, ne falan ne de filan milletler. Bilakis bu, adeta her tarafı kaplamış ve salta­nat halinde bütün dünyaya hâkim olan KAPİTALİZM ÂFETİ ve onun çocuğu olan EMPERYALİZMDİR.[13]

Bizi mahvetmek isteyen EMPERYALİZME KARŞI ve bizi yutmak isteyen KAPİTALİZME KARŞI SAVAŞIYORUZ.”[14]

ATATÜRK, “Kurtuluş Savaşı, emperyalizme karşı verilen bir tam bağımsızlık savaşıdır, demişti.

Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Teşkilatı /UNESCO üyesi olan 156 ülkenin oybirliğiyle aldığı kararla 1981 yılını “Atatürk yılı” ilan etmiş ve Atatürk’ü şöyle tanımlamıştır:

Uluslararası anlayış ve barış yolunda çaba harcamış üstün bir kişi,

Olağanüstü bir devrimci,

SÖMÜRGECİLİK VE EMPERYA­LİZME KARŞI SAVAŞAN İLK LİDER,

İnsan haklarına saygılı,

Dünya barışının öncüsü,

İnsanlar arasında hiçbir renk, din, ırk ay­rımı gözetmeyen EŞSİZ BİR DEVLET ADAMI.

UNESCO’nun da vurguladığı gibi, sömürgecilik ve emperyalizme karşı savaşan ilk lider olan MUSTAFA KEMAL ATATÜRK, öngö­rüleriyle tarihin akışını değiştirmiştir. Bu nedenle Ulu Önder Atatürk’ün, emperyalizme  ilişkin sözleri de bu olgunun anlaşılmasında büyük önem taşımaktadır.[15]

2. Türk Üniter Ulus Devletini Kuran Atatürk, Tarihte Mesih Planına Karşı İlk Darbeyi Vuran Dünya Lideridir

Mesih Planı”, dünya egenliği iddiasındaki emperyalizmin 1492 yılından günümüze yürüttüğü küresel bir projedir. Bu projenin ikinci aşamasını “Türklüğün ve İslamlığın” tarihin arşivine kaldırılması ve İsrail Devleti’nin kurulması oluşturuyordu. Bunun için Birinci Dünya Savaşı çıkarıldı, 30 Ekim 1918’de Osmanlı Yönetimine Mondros Mütarekesi’nden sonra Sevr Antlaşması dayatıldı. Anadolu coğrafyası İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunan askerleri tarafından fiilen işgal edildi. Tam da bu aşamada Mustafa Kemal, Anadolu Türklüğünü Müdafay-ı Hukuk bağlamında Kuvay-ı Milliye Hareketi olarak emperyalist işgale karşı örgütledi. 

Özgürlük ve Bağımsızlık Benim karakterimdir” diyen ATATÜRKemperyalizmin her türüne karşı fikren, fiilen karşı durmuş ve sömürgeciliğin İngiliz Egemen döneminde onu, müttefikleriyle birlikte askeri, siyasi alanda benzeri görülmeyen nitelikte bir Hürriyet ve İstiklâl savaşı vererek tarihte ilk kez büyük bir yenilgiye uğratmıştır. Mustafa Kemal Atatürk, egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milleti’ne ait olacağı Türkiye Cumhuriyeti “Ulus Devleti”ni, zaferden sonra kurmuştur. Peşinden O’nu örnek ve önder olarak alan mazlum milletler de “ulus devletlerini” oluşturdular. Böylece Mustafa Kemal, sadece Türkiye Cumhuriyeti Ulus devleti’nin “Kurucu Babası” değil, aynı zamanda açtığı çığırdan kurulan tüm ulus devletlerin de “Kurucu Babası” olmuştur.

Atatürk’e karşı yönetilen/yönlendirilen küresel “Atatürk düşmanlığı”nın birinci temel nedeni budur.

3. Mustafa Kemal’in Dinde Öze Dönüş Projesi, Tarih, Dil, Din/İnanç, Kültür Emperyalizmine Karşı Çıkışıdır

Emperyalizm ahtapotunu oluşturan kollar çoktur. Bunlar herkes tarafından biliniyor: Siyasal, ekonomik, kültürel, gıda, dil, tarih, inanç vb. gibi..

Atatürk’ün “dinde öze dönüş projesi” bu tür sömürülerden “dil, tarih, inanç/din emperyalimi”ne akıl ve bilimle karşı duruşu kapsıyordu. Atatürk, bunların üçünü birlikte kesin çözüm oluşturacak şekilde ele aldı. Bilindiği üzere O’nun yöntemi, ele aldığı konuyu, çağın akıl, bilim, idrak, entelektüel düzeyinde olması gereken gerçekliğiyle ve kurumlaştırarak çözüme ulaştırmak şeklinde idi.

– Türk Tarih Tezi için Türk Tarih Kurumu’nu,

 Türk Dili için Türk Dil Kurumu’nu,

– Kur’an’daki Gerçek İslam’ın gerçek din olarak anlatılması, Ortadoğu coğrafyasında görülen, din diye bilinen, aslında uydurulan mezhep/tarikat/cemaat İslam’ının yanlışlığının akıl ve bilim ışığında aydınlığa çıkarılması için Diyanet İşleri Riyaseti’ni oluşturdu.

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kurulması esasen “dinde öze dönüş projesi” kapsamında tek başına alınan ve yürütülen bir karar/uygulama, yöntem değildi. Bu anlamda;

1922’de “Saltanatın Kaldırılması” ile başlayan ve

Peşinden 3 Mart 1924’de yasalaştırılan “Tevhid-i Tedrisat Kanunu”, “Hilafetin Kaldırılması”, “Diyanet İşleri Riyaseti’nin” kurulmasını âmir yasalar hep, kurumlaşarak yüzyıllar boyu gelen “uydurulan dinin tasfiyesi” bağlamındaki işlerden bazılarıdır.

* Daha sonra çıkarılan tekke, zaviye, türbe, türbedarlık, kılık, kıyafet hakkındaki yasalar ile

* “Devletin Dini İslam’dır” hükmünün Anayasa’dan çıkarılması;

* Hafta tatilinin cumadan pazara alınması, miladi takvimin kullanılmasına geçiş,

* Türk Alfabesi’nin kabulü ve millete öğretilmesi için yurt sathında seferberlik ilan edilmesi vb. yasa ve uygulamalar hep aynı konu odağında birlikte ele alınmıştır.

* Ayrıca “Hukuk”, “Eğitim” vb. alanlarda Türkiye’yi Laikleştiren yasalar çıkarılmıştır.

Bütün bunlar Türk vatanındaki vatandaşlarıemperyalizmin dil, tarih, inanç/din” üzerinden oluşturduğu zihinsel tutsaklığından özgürleştirerek kurtarmak ve onları “hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir” diyerek, akıl ve bilimin kılavuzluğunda  “insanlaştırmak”, “uygarlaştırmak” içindi. Bu konu o kadar çok yönlü ki, alınan tüm tedbirler, çıkarılan yasalar, yapılan uygulamalar birlikte uzun süre, yeni nesiller oluşturacak düzeyde olmalıydı. Ortaya kadın-erkek her kişinin aracısız, ana dilinde bizzat gerçek İslam’ı/dini kendisi öğrensin, diye bir Kur’an çevirisi açıklamalı olarak hazırlanması bile on yıl; 9 cilt halinde “Hak Dini Kur’an Dili” halinde basılması, toplumun yararına sunulması dört yıl sürdü. Sadece “Hak Dini Kur’an Dili” adlı çalışma Şubat 1925’te başladı ve 1938’de sona erdi.

4. Mustafa Kemal, Din ve İnanç Sömürüsünü Cumhuriyetin Temel Dayanağı Laiklik İle Engellemek İstiyordu

Din ve inanç özgürlüğünü sağlamak, kişiye sorumluluk yükleyen dinin, bireye ait olacağı, soyut bir kavram olan devletin dininin olamayacağını da içeren Laikliğin çok tanımı var. Ancak insanlık tarihinde din, inanç sömürüsü, İlahi vahye karşı savaş açanlar tarafından beş bin yıla yakın bir süredir sürdürülmektedir. Elçi Musa’nın ölümünden sonra başlatılan bu savaş, indirilen Tevrat’ın, Zebur’un, İncil’in yerine aynı adlarla oluştulan kitaplar ile sistemleştirildi. Bu kitaplar üzerinden sanki gerçek din öğretisi bunlar imiş gibi “Kutsal din öğretisi semavi kitaplar” şeklinde dünyanın birçok tarafında     taraftar ve bağlıları oluştu/oluşturuldu.Kur’an’ın vahyedilişine kadar süregelen bu durum, daha sonraki yıllarda, “Kur’an’ın aslını yok/imha edemeyenler”, onun çeviri ve tefsirlerine hurafeler içeren dogmaları yerleştirmeye çalıştılar. Bu anlamda yüzyıllardır “Allah ile savaşı”, “Allah ile Aldatma” şeklinde her çağın kitle iletişim araçları, algı operasyonu yöntemleri, sivil toplum kuruluşu şeklinde tarikat/cemaat yapılanmaları üzerinden değişik devlet istihbarat örgütlerince yönlendirilerek zihinsel tutsak olarak alınan insanları, “indirilen din”den “uydurulan yalanlar”dan oluşan tarikat/cemaat mensuplarını “akla, bilime, gerçeğe” doğru 15 yıl gibi kısa bir zamanda kurtarmak nasıl mümkün olabilir?

Din ve inanç sömürüsünü engellemek üzere devlet içinde yasalar çıkarılır, kurumlar oluşturulurken, dış destekli iç isyan ve kalkışmalar peşpeşe ortaya çıkmaya başladı. Bu isyanlar nelerdir, ne şekilde bastırıldı, devlet bu sorunları nasıl aştı konuları, tarihsel gerçekliğiyle günümüzde yeniden bilinmeli, hatırdan hiç çıkarılmamalıdır. Çünkü Cumhuriyetin kurucu değerlerine karşı başlatılan karşı devrim” ve 1945-1960 arasında sistemleştirilen “mukaddesatçı anti-Kemalizm” günümüze kadar kendi başına masum bir hareket olarak mı gelişti? Devlete karşı çıkış ve duruşlar, devlet politikaları ile engellenir, durdurabilir. Hedefe konan devlet olunca, devlet kurumları devleti koruma görevini üstlenir.

Devrimler bir bütündür, birlikte uygulanırsa sonuç alınabilir.  

Devlet, milletin ortak aklını her dal ve alanda kurumsallaştırarak özgür ve bağımsız varlığını sürdürebilir.  

Mustafa Kemal Atatürk, Türk Milleti’nin tarihsel ortak, birleşik aklını yasama, yürütmeyi gerçekleştirmesi için Türkiye Büyük Millet Meclisi olarak kurumsallaştırdı. Bunun gibi her konu ve alanda çağın, akıl, bilim, idrak, entelektüel düzeyinde kurumlar oluşturdu. Bu kurumlar ile Cumhuriyet Uygarlığı oluştu. Bu uygarlığın bileşiminde/oluşumunda ilahi vahiylerdeki evrensel değerler de var.

Bu ilahi evrensel değerlerden dört ayet (Âl-i İmrân/159; Şûra/38; Nahl/70; Nisâ/59) Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kuruluşunda Atatürk tarafından esas alındı.[16]

* Türk Hürriyet ve İstiklâl Savaşı’nın Manifestosu olarak dünyaya açıklanan “Millete Dâhili Beyanname”nin omurgası yine Kur’an’dan beş ayet (Nahl/125; Bakara/191; Âl-i İmrân/103; Mâide/2; Hucurât/6) üzerine bina edilmişti.[17]

Evet, UYDURULAN “Din belasından ne hale düştük!

Öncelikle bu beladan millet olarak kurtulmak zorunda ve durumundayız. Bu konuda milletin önüne “gerçek din /Kur’an” ile “uydurulan din” karşılaştırmasını akıl ve bilim ışığında yapabilmesi için bir seçenek, bir fırsat sunulmalıdır. Bunun elbette yönü, yöntemi, uygulayanı, yürüteni olmalı. Kendiliğinden olamayacağına göre.. Günümüzde en uygunu, doğrusu ne olabilir? Birlikte milletin ortak aklı ile bulmalıyız.

5. Atatürk’e Karşı Küresel Düşmanlık Neden?

Atatürk’e karşı küresel düşmanlık konularından bazıları:

Mesih Planı”na karşı “özgürlük ve bağımsızlık” savaşı vermek üzere, İngiliz egemen emperyalizme karşı çıkmak, dünya kamuoyu önünde onu unutulmaz müthiş bir yenilgiye uğratmak, dünya egemenliği iddiasında olanların planlarını en az elli yıl erteletmek ve kapitalist emperyalizme karşı çıkışta model, yöntem ve örnek kılavuzluk oluşturmak, O’na karşı küresel düşmanlığın başlatılmasının önemli ve öncelikli nedenidir.

* Ulus devlet, küresel sermayenin, emperyalizmin aşmak, yok etmek istediği devasa bir barajdır. Atatürk, sadece Türkiye Cumhuriyeti’nin değil; dünyadaki elliden fazla ulus devletin de “kurucu babası” olduğu için küresel düşmanlığın hedefindedir. [18] ATATÜRK;

Biz Mîsak-ı Millî sınırları içindeki topraklarda tam olarak siyasal ve ekonomik bağımsızlığa sahip olmak istiyorduk. Bu hedefe ulaştığımız takdirde bunun diğer mazlum milletler tarafından da bağımsızlığın elde edilmesi için gayet kuvvetli bir örnek olmasından korktukları içindir ki, düşmanlarımız bir türlü buna razı olmuyordu. Türkiye büyük devletlerin ve onların uydularının açık veya gizliazgın saldırılarına hedef olmaya devam ediyorsa, bunun nedeni; her şeyden önce mazlum sömürge halklarına örnek olarak kurtuluşa giden yolu göstermesiydi[19] demişti.

* Emperyalizm, her tür sömürüsünü yürütebilmesi için bir tarih tezine muhtaçtır ki, bu nedenle Avrupa/Batı Merkezci Tarih Tezi’ni oluşturmuştur. Bu uydurulan tarih ve uygarlık tezine karşı, Mustafa Kemal Atatürk, gerçek uygarlık ve tarih tezi olarak arkeoloji, antropoloji ve benzer bilimlere dayalı Türk Tarih Tezi’ni oluşturduğu için küresel düşmanlık hedefindedir.

* Emperyalizm, ülkelerin yeraltı ve yerüstü maden, servet, güç, enerji kaynaklarını elde etmek ister. Bunun için ülke insanlarını zihinsel tutsak kılmak ister. Bu bağlamda din, mezhep, inaçlar üretir. Din/inanç sömürüsünü sürdürebilmesi için de insanlığı, “Allah ile Aldatması” gerekiyordu. Bunun için Allah’ın indirdiği vahiylerden oluşan Tevrat, Zebur ve İncil’in içindeki emirleri, YASAK; yasakları BUYRUK halinde tersine çevirerek, işte “semavi dinler (Yahudilik, Hıristiyanlık), hepsi de birdir, aynı kaynaktandır ve birbirinin devamıdır; bunlar Kitabı Mukaddes’teki Tevrat, Zebur, İncil’den oluşmaktadır” söylemini, “gerçek din” olarak yüzyıllardır kabul ettirmeye çalışmaktadır. Müslümanlığın da bu kitaplarla bağlantısı olduğu yalanını değişik bilgi, bilim dalları kullanılarak yaygınlaştırılmıştır. Mustafa Kemal’in “Dinde Öze Dönüş Projesi” tam da bu noktada devreye girer. Çünkü O; “Gerçek İslamiyet’ten uzaklaşanlar, düşmanlarının ayakları altında kalmaya mahkumdur” gerçeğini tespit etmiş ve söylemiştir. Bu durumda “Gerçek İslamiyet’i” açığa çıkarmak gerekiyordu. Mustafa Kemal Atatürk;

– Gerçek İslam, Kur’an’dadır; İslam dininin kaynağı Kur’an’dır.

 “Türkler dinlerinin ne olduğunu bilmiyorlar. Bunun için Kur’an Türkçe olmalıdır.

 “Türk, Kur’an’ın arkasından koşuyor; fakat O’nun ne dediğini anlamıyor, içinde neler var, bilmiyor ve bilmeden tapınıyor. Benim maksadım, arkasından koştuğu kitapta neler olduğu Türk anlasın[1](*) söylemleri ile,

Türk insanının “Allah ile Aldatılması”nı önlemek için, Kur’an’ın, Türkçeye çevirisini yaptırmıştır. Böylece dileyen kadın-erkek her kişi dini/İslam’ı aracısız, anadilinde Kur’an’dan Kur’anca öğrenmesi çığırını açmış ve bunu Türkiye’yi laikleştiren yasalarla destekleyerek emperyalist din/inanç sömürüsüne karşı çıktığı için küresel bağlamda düşmanlığın hedefi olmuştur.

Atatürk, dini, milli kimliğin oluşmasında en önemli temel unsurlardan biri olarak görüyordu. “Milletimiz, din ve dil gibi kuvvetli iki fazilete maliktir. Bu faziletleri hiçbir kuvvet, milletimizin kalb ve vicdanından çekip alamamıştır ve alamaz[20] diyen Mustafa Kemal Atatürk, Kur’an’ın Türkçeye çevrilmesini bir devlet politikası uygulaması halinde gerçekleştirmekle, Anadolu’da gerçekten Müslüman olmak isteyenleri “Allah ile Aldanmak”tan; din ve inanç sömürüsünü yaşam biçimi edinen din bezirganlarının tutsağı olmaktan kurtamıştır.

Bugün emperyalizme karşı karşı duruş ne demek oluyor?

ATATÜRK, 20. yüzyılda “Mesih Planı”nı yürüten İngiliz egemen emperyalizme karşı çıkmış, Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuştu.

Günümüzde “Mesih Planı”nın üçüncü aşaması, ABD egemen emperyalizm tarafından BOP uygulaması olarak, Türkiye’nin de içinde bulunduğu 22 ülkenin bölünmesi/sınırlarının değiştirilmesi şeklinde “Büyük İsrail”in kurulması için yürütülmektedir. Atatürk’ün bu plana karşı başlattığı Milli Mücadele, günümüz için de geçerli değil mi? Sanki bugün, Amasya genelgesinin yayınlandığı 22 Haziran 1919 tarihindeki  durum gibidir ve şöyledir:

Milletin istiklâlini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.

Bilindiği üzere Mustafa Kemal Paşa tarafından 21-22 Haziran gecesi son şekli verilen ve Millî Mücadele tarihimizde haklı bir ün kazanan “Amasya Tamimi”, yeni Türkiye devletinin kuruluşu için başlatılan örgütlenmenin hedefini ve meşru araçlarını gösteren ilk “millî strateji” belgesi, bir diğer anlatımla “millî eylem” planıdır.[21]

***

Kaynakça

[1] Sabri AKDENİZ; Kültür Sömürgeciliği, İstanbul, 1988, s.3.   

[2]  Ahmet Çetin ERTÜRK; Bilge Sözlük (Fransızca-Türkçe /Türkçe-Fransızca), İstanbul, 1995, s.420. “İmperialisme=Sömürgeci politika demektir”.     

[3] Sömürgecilik ile Emperyalizm”  aynı şey değildir. Saygıdeğer Prof.Dr. Cihan DURA Hocamın tanımıyla “emperyalizm” kısaca, “sanayi kapitalizminin pazar ve hammadde kaynaklarına ulaşmak amacıyla ulusal sınırların dışına taşmasıdır”. 

[4] Prof.Dr. Fahir ARMAOĞLU; 19. Yüzyıl Siyasi Tarihi (1789-1914), Ankara, 2003, s.416-417. 

[5] Ahmet GÜNDÜZ, Sömürgecilik Kavramı Ve Sömürgeci Devletlerin Uyguladıkları Taktikler “Ortadoğu Örneği”, Tarih Okulu Dergisi, Mart 2016, Yıl: 9, Sayı: 25, s.763, 764, 765.

[6] Server TANİLLİ; Uygarlık Tarihi, İstanbul, 2006, Alkım Yy. s.129   

[7] www.vikipedi/özgürânsiklopedi.com.tr 

[8] Rosa LUXEMBURG, Accumulation of Capital, (Çeviren: Agnes Schwarzschild, Routhledge, London, 1963, s.186,187.  

[9],[10] Viladimir İlyiç LENİN, Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, (Çev. Ce­mal SÜREYA), Sol Yayınlar, Ankara, 1974, s.100; 101. 

[11] İbrahim ÜLGER, SÖMÜRGECİLİK Batı İdeolojisinin Sefaleti, İstanbul, 2018, Ulak Yayınları, s.221-222.  

[12] Sedat ŞENERMEN, ATATÜRK, Emperyalizm ve Batı Merkezcilik, İstanbul, 2022, s.122-123; s.390-391; s.395.

[13] Hâkimiyet-i Milliye, 20 Temmuz 1920.   

[14] ATATÜRK’ÜN Bütün Eserleri, istanbul, 2003, Kaynak yayınları, Cilt: 12, s.121.   

[15] Turan KARAKAŞ, “Emperyalizm ve Türkiye”, Prof.Dr. Alpaslan IŞIKLI  Anısına (Kitabı içinde), (Derleyen: Barış Doster), İstanbul, 2014, Kaynak Yayınları, s.110-111. 

[16] Sedat ŞENERMEN, ATATÜRK DEVRİMLERİ KUR’AN TEMELLİDİR, İstanbul, 2022, Şira Yayınları (Bkz. s.252-259).  

[17],[18] Sedat ŞENERMEN, Atatürk Devrimleri Kur’an Temellidir, (Bkz. s.259-268; s.35-38)  

[19] Prof.Dr. Cihan DURA, ATANAME, İstanbul, 2017, Nergiz Yayınları, s.260.   

[20] Genel Kurmay, Atatürkçülük: Atatürkçü Düşünce Sistemi, İstanbul, 1984, GenelKurmay Başkanlığı Yayınları, Cilt: III, s.457.

[21] Bkz. Hikmet ÖZDEMİR, Amasya Tamimi, Atatürk Ansiklopedisi.

https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/bilgi/amasyatamimi/#:

Devamını Oku

Bayramı Kur’an’ca Anlamak ve Yaşamak

Bayramı Kur’an’ca Anlamak ve Yaşamak
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Bu yıl, Cumhuriyetimizin 101. yılında yeniden, Cumhuriyetin kurucu değerlerine bağlılık ve sadakatle bir kez daha sahip çıkmanın bilinciyle Ramazan /Kur’an Bayramı”nımilletçe kutlamanın sevincini yaşayacağız.  

Bayramı, Kur’anca anlamağa çalışarak kutlayalım. Önce,

– Bu kutsal vatan toprağında aldığımız her nefesin canlarını vatan, bayrak, namus uğruna veren başta Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK, tüm Şehit ve Gazilerimizin armağanı olduğunu bilerek,

– Tüm şehitlerimize yüce Allah’tan rahmet dilerken;

– Şehit ailelerinin, gazilerimizin ve onların yakınlarının 

– Sınırda, sınırın ötesinde karada/denizde/havada gece gündüz /yaz-kış demeden vatan savunmasında bulunan kahraman Mehmetçiklerimizin;

– Yurtiçi ve yurtdışındaki tüm yurttaşlarımızın;

– Atatürk’e ve Cumhuriyetimizin kurucu değerlerine yürekten bağlı Siz Saygıdeğer okuyucularımın ve daha nicelerinin bayramını sevgiyle, saygıyla kutluyorum.

Söze, bir şairimizin gönül dünyasından “Bugün Bayram Günü” diyerek mısralara döktüğü şiiriyle başlayalım:

Atamdan emanettir Cumhuriyet bana,

Gönlüm hep özgürlük ve demokrasiden yana,

Mustafa Kemal rehberdir, önderdir sana,

Selam, selam sana ülkemin kalbi Ankara.

Bayram’da bayraklarla süslenir cennet vatanım,

Kefildir geleceğime, Çanakkale’de kefensiz yatanım,

İnkılâplarını ve ilkelerini öğretir eli kalem tutanım,

Bugün bayram günü, ellerinden öpüyorum Atamın.

Bugün bayram günüdür, yolum Atatürk Yolu’dur,

Düşmeyelim ümitsizliğe, buralar cevher doludur.

İçinde Kadir gecesinin bulunduğu Ramazan’ın önemi, bu ayda Kur’an’ın indirilmiş olmasından gelmektedir.

Esasen bu ayın ve bu gecenin “mübarekliği”

Tamamen ve sadece Kur’an’dan gelmektedir.

Çünkü Kur’an indirilmeden önce Ramazan’ın ve Kadir gecesinin bir önemi ve özelliği var mıydı?

Şimdi, “bu Ramazan ayında biyolojik arınma ile zihinsel arınmayı birlikte yapabildik mi?” sorusunu kendimize soralım lütfen…

Oruç tutularak uygulanan biyolojik saflaşma, temizlik genelde biliniyor. Ancak “Zihinsel Arınma nedir, nasıl gerçekleştirilir” bu konu Kur’an’dan Kur’anca ne kadar biliniyor?

Şirkten, kin, haset, öfke, çekememezlik, düşmanlık, intikam gibi olumsuz duygulardan oluşan kirlerden,

Beynimizdeki potansiyel selim aklı kullanmamaktan oluşan ricsten kendimizi arındırabildik mi acaba?

Esasen “zihinsel arınma ne şekilde yapılabilir?”, “selim akıl işletilerek nasıl aklıselim sahibi kişi olunabilir?” sorusunun doğru cevabını “Kur’an’dan Kur’anca anlamayı, doğru, analitik, eleştirel, sistematik düşünmeyi” öneren, açıklayan yüzlerce ayetten yararlanarak bulmak gerekiyor. Çünkü bu görev/sorumluluk hem İslam’ın hem imanın öncelikli ilk şartıdır. Kişi aklını selimleştirirse ancak beşer olmaktan çıkıp, insanlaşıyor, uygarlaşabiliyor. Müslüman olmak, aklıselim sahibi olmakla başlar. Aklını işletmeyen, selimleştirmeyen, aklıselim sahibi olmayan zihinsel arınma yapmış olamaz.

Kadın ya da erkek her kişi, aklını işletip işletmemesine göre;

Ya Aklıselim egemen mümin, muttaki, salih, muhsin olur,

Ya da aklını işletmeyen iblis egemen kişilikle müşrik, kafir, münkir, münafık, mücrim olur.

Bu ikisinin arasında bir başka kişilik yok, olamaz. Çünkü her kişide birbirine zıt, birbirinden farklı, yani fücûr’a (şirke, şerre, şeytanlığa) ve takvâ’ya (tevhide, hayra, insanlaşmaya) yönelten iki yetenek olduğunu Şems/8’de görüyoruz. Kim bunlardan kendi özgür iradesiyle/tercihiyle, hangisini aktif hale getirirse, kişiliği/benliği ona göre oluşur. Ya şeytanlaşır, ya da insanlaşır/uygarlaşır…  

Beyindeki potansiyel selim aklımız hem ilahi, hem beşeri olmak üzere gerçek ve doğru bilgi, doğru haberlere her zaman çok muhtaçtır. Kur’an’a bu açıdan baktığımızda şu ayetleri görüyoruz:

Şüphesiz ki bu Kur’an, insanları en doğru ve en sağlam şeye; rüşte kılavuzlar ve düzeltmeye yönelik işler yapan müminlere kendileri için kesinlikle ve kesinlikle büyük bir ecir olduğunu ve ahrete inanmayan kişiler için Bizim can yakıcı bir azap hazırladığımızı müjdeler.” (İsra; 9-10)

Takvaya yeteneği olan selim aklını işleterek “takva sahibi olmak isteyenlere kılavuz olan Kur’an” (Bakara/2), aynı zamanda “Muhataplarını reşit kılarak hidayete eriştiren” (Cin/2) kitaptır.

O halde Allah’ın koruması altına girerek takva sahibi olmak ve Kur’an’ın kılavuzluğunda reşit olmak isteyenler ve bunu gerçekleştirerek Müslüman/mümin olanlar için aslında iki bayramı birlikte kutlayabiliriz.

Biri, bedensel arınmayı sağlayan ‘Ramazan Orucu’ nedeniyle, Ramazan Bayramı;

Diğeri ise, Kadir gecesinde indirilen Kitap’la zihinsel arınmayı aklımızı selimleştirerek gerçekleştireceğimiz Kur’an Bayramı.

Her iki bayramınız da kutlu olsun.

1. Tarihsel Gelişimiyle Bayram

Kaşgarlı Mahmut’un tespitine göre bayram sözcüğünün aslı Farsça “Bezrem /bezram”olup, “sevinç ve eğlence günü” demektir. “Beyrem ve bayram” telaffuzu Oğuzlar’a aittir.

Bezram’ın, “bezm” “yiyip içme, konuşup eğlenme meclisi” kelimesinin “m” sesi düşmüş şekli olan “bez” ile “hoş ve sevinçli” anlamını taşıyan “ram” sözcüğünün birleştirilmesi sonucu elde edilmiş, “neşeyle konuşup eğlenme, yiyip içme meclisi” anlamında bir birleşik isim olduğu kabul edilmektedir.

Bayram kelimesinin Arapçası, sözlüklerde “âdet halini alan sevinç ve keder; bir araya toplanma günü” anlamlarıyla karşılanan “el-iyd”dir. Bu kelimenin aslının “ı-v-d” olduğu ve “tekrar dönmek” manasını taşıdığı bilinmekte ve lügatçiler tarafından “çünkü o her yıl yeni bir sevinçle döner” şeklinde yorumlanarak, mevsimlerin dönmesine bağlanmaktadır.

Arapların en büyük bayramı Hac’dır. Arapçada “ziyaret etmek” şeklinde de açıklanan hac, “geri dönme, tekrar gitme” kelimesi İbranicede “bayram” anlamında kullanılmakta olup, (hag) “h-v-g” “bir şeyin etrafında dönmek, dolanmak” kökünden gelmektedir.

Öte yandan, hac ibadetinin en önemli rükünlerinden biri tavaftır (Kâbe’nin etrafında dönmektir). Bu rüknün diğer adı ise, “d-v-r” “devretmek, dönmek” kökünden türeyen “devar”dır. Ve bu sözcüğün anlamı “bir şeyin etrafında dönme, dolanma”dır.

Böylece tarihin ilk çağlarından beri Arabistan yarımadasının en önemli kült merkezi olan Kâbe’nin etrafında dönme ibadetine, hepsinin de kelime anlamı “dönme” olan hac, iyd, tavaf ve devar adlarının verildiği görülmekte ve bunlardan,  

– Zamanla iydinArapça, Süryanice ve İbranicede; 

– Haccın ise, yalnız İbranicede “bayram” manasını kazandığı anlaşılmaktadır.

Kur’an’da “İyd”sözcüğü bir kez (MAİDE; 114’de) geçer.

2.  İslam Öncesinde Bayram

Bayramlar toplumların yaşamında görülen olağanüstü günlerdir. Bu günlerde yaşanan heyecanın derecesi, insanların ahlak anlayışlarıyla orantılı olmakta ve bazı toplumlarda, başka zaman yapılması hoş karşılanmayan, hatta suç oluşturan hareketlerin dahi bayramlarda, büyük bir serbestlik içinde yapılabildiği görülmektedir.

Örneğin; Katolik ve Protestanlarda büyük perhiz (paskalyadan önceki kırk gün) arifesine rastlayan karnaval ve faşing kutlamaları, bugün, “topluca deşarj olma” şeklinde yorumlanan bir eğlence çılgınlığına dönüşmüş durumdadır (Özellikle Rio karnavalı ve Münih faşingi).

3. Eski Çağlarda Bayram

Bayramların en çok Eskiçağda kutlandığı görülmektedir.

Tasviri sanattan tanınan ilk bayram sahnesi, MÖ VI. binyıla ait Çatalhöyük duvar resimlerinde yer almaktadır.

Tasvir edilen sahne, bereketli geçen bir avdan sonra, boğa tanrının huzurunda yapılan, çok hareketli bir toplu dans şeklindedir.

4. Çok Tanrılı Toplumlarda Bayram

İlkbahar yağmurlarının başlaması dolayısıyla,

– İlk tohumların toprağa atılması,

 İlk ürünün devşirilmesi,

 Hasat, bağ bozumu gibi tarımla ilgili hemen her doğa olayı,

* İlahi bir hüviyetle tanrıların evlenmesi,

* Doğurması ve buna benzer şekillerde yorumlanarak birer bayramla kutlanmıştır.

Dini bayramların dışında;

 Kazanılan yeni zaferler,

 Eski zaferlerin yıldönümleri,

 Hükümdar ailesinde meydana gelen evlenme ve doğum gibi olaylar

– Yeni tahta geçmeler de, bayramlara konu olmuştur.

Bayramlarda dikkati çeken başlıca özellik, yeme içmeye çokça yer verilmesidir.

5. Cahiliye Dönemi Araplarda Bayram

Cahiliye Dönemi Araplarının, ibadetleri, tanrı, heykel ve sembollerinin etrafında dönme şeklinde idi. Gerek bu ibadete gerek tapınılan taşa devar adı veriliyordu.

Genellikle bayramlarda görülen bu ibadet şekline;

İranlılar, Budistler ve Romalılarda rastlandığı gibi,

Şamanist Türkler’le Kızılderililerin ve Afrika yerlilerinin de totemlerin etrafında dans ettikleri bilinmektedir.

Medinelilerin kendilerine has dini bir milli bayramları yoktu. İranlılardan aynen aldıkları iki ünlü Mecusi bayramını kutluyorlardı.

Bu bayramların birincisi, ilkbaharın başladığını belli eden Nevruz, diğeri ise, sonbaharın başlangıcı olan Mihricandı.

6. Eski Türklerde Bayram

Türklerin, İslamiyet öncesi birçok bayramları vardı.  

Hunların;

 Devlet büyüklerinin her yılın başında, hükümdarın karargâhında toplanarak yer ve gök tanrılarına kurban kestikleri,

 Beşinci ayda da Ötüken’e yakın bir yerde yine kurban kesildiği ve büyük törenler düzenlendiği bilinmektedir.

Hunların devamı olan Göktürkler’de;

 Halkın, beşinci ayın ilk yarısında, Gök Tanrı’ya ve yerin ruhlarına kurban keserek büyük bir bayram yaptıkları bilinmektedir.

Ayrıca, Çin kaynaklarından,

 Göktürk asilzadelerinin Ötüken’de atalarının çıktığına inandıkları mağaraya giderek, kutlama töreni yaptıkları öğrenilmektedir.

 Dede Korkut kitabında anlatılan Bayındır Han’ın yıllık toyları da birer bayram olarak kabul edilebilir.

7. İslami Dönemde Bayram

İslam kültüründe, Ramazan ve Kurban olmak üzere iki bayram olduğu görülüyor. Arapçada iydü’l-fıtr ve iydü’l-adha şeklinde adlandırılan her iki bayram da hicretin ikinci yılından itibaren kutlanmaya başlanmıştır. Esasen Ramazan orucu da ilk kez bu yıl farz kılınmış, bu ayı oruçla geçiren müminler, sonraki şevval ayının ilk üç gününü bayram olarak kutlamışlardır.

Bu nedenle bu bayrama ramazan bayramı veya bayramdan önce fıtır sadakası verildiği için, fıtır bayramı denilmiştir.

Türkiye’de bazı çevrelerde büyük bir olasılıkla bayramda şeker, lokum ve tatlı ikramı şeklinden dolayı, buna şeker bayramı da denilmektedir.

Kurban bayramı ise, bu günlerde kurban kesildiği için kurban bayramı denmiştir.

Bu iki bayramın dışında, Cuma günü haftanın önemli bir günü olarak kabul görmüştür.

Saygıdeğer Peygamberimizden çok sonraki günlerde, İslam dünyasında bazı gün ve gecelerin de bayram gibi kutlandığı görülmektedir. Ancak bilginlerin çoğu, bu vakitlerle ilgili olarak İslam toplumlarında zamanla gelenekleşen bazı kutlama biçimlerine, dini dayanağı bulunmayan bid’at türünden davranışlar oldukları gerekçesiyle karşı çıkmışlardır.

8. Osmanlı Döneminde

Türk geleneğinde de ramazan ve kurban bayramlarıçok önemli kabul edildiğinden, bunlar yerleşmiş ve tören halini almış bir şekilde kutlanırdı.

Fatih Sultan Mehmet tarafından kanunlaştırılan, saraydaki bayramlaşmaların belli usul ve kaideleri vardı.

Padişahın bayramını tebrik edecek olanların adları, önceden saptanırdı.

9. Cumhuriyetin İlânından Sonra

Bu dönemde milli bayramlar, resmi protokole dâhil edilmiş,

Dini bayramların kutlanması ise resmi protokolün dışına çıkarılarak gelenek olarak korunmuştur.

Bu dönemde de ramazan ve kurban bayramları, tarihsel çerçevede hemen aynı düzen içinde devam etmiş, bayram namazından sonra bayramlaşmalar, akraba ve dost ziyaretleri yapılmakta, bahşiş ve hediyeler verilmektedir.

Her milletin tarihinde çok önemli olaylar olabilir.

1071’de Malazgirt Meydan Savaşı ile 

Anadolu’nun Türk vatanı halini alması destanlaşan şekliyle de tarihimizde önemli yerini almıştır.

Daha sonra Türklüğün ve İslamlığın, tarihten ve dünyadan silinmesi bağlamında, şer ittifakının, Türk yurduna karşı başlattıkları savaşlarda, Çanakkale’de, Anafartalar’da, Sakarya’da Dumlupınar’da karşı çıkılmış

İzmir’in, İstanbul’un ve yurdun dört bir yandan işgaline karşı Mustafa Kemal ve Kuvayı Milliyeciler tarafından yürütülen Müdafaayı Hukuk Hareketiyle tam bağımsızlık ve İstiklal Savaşı çok büyük kahramanlıklar ve zaferle taçlandırılmıştır.

İşte, şu anda aldığımız her nefes,

Şehitlerimizin ve Gazilerimizin hediyesi olup,

Kutsal vatan da onların kutsal emanetidir.

Milli, özgürlük ve egemenlik uğruna milletçe kazanılan zaferlerden sonra bugünleri kutlamak, milli bayramlarımızı oluşturmuştur.   

Milli Bayramlarız Şunlardır:

 29 Ekim’de Cumhuriyet Bayramı,

 23 Nisan’da Milli Egemenlik ve Çocuk Bayramı,

 19 Mayıs’ta Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı,

 30 Ağustos Zafer Bayramı.

– Düşman işgalinden Yerel Kurtuluş günleri de bayram coşkusuyla kutlanmaktadır.

Milletçe kutlanan bayramlar milli birlik ve bütünlüğün harcı ve devamını sağlayan dinsel ve kültürel mirasımızdır.

Devamını Oku